İdealizm, umut ve müzik
Piyanist, müzikolog, müzik eleştirmeni ve yazar Prof. Dr. Filiz Ali, babası Sabahattin Ali’nin küçük bir zaman dilimine sığdırdığı entellektüel temelleri, nasıl ‘güçlü ve bağımsız kadın’ sembolüne dönüştürdü?
GÜNCELLEME TARİHİ: 17 Ocak 2018
Röportaj Tuğçe Kayar
Fotoğraflar Jacqueline Roditi
Yukarıdan aşağıya saat yönünde: Aliye, Filiz ve Sabahattin Ali Akçay Plajı'nda, 1944; Vehbi Koç Anma ve Ödül Töreni'nde Mustafa Koç ile, 2011; Filiz Ali'nin annesi Aliye Ali'nin genç kızlığı; Filiz Ali 60'larda New York'ta St. Patricks Cathedral önünde; Joah Baez ile, Temmuz 1988; Filiz Ali New York'ta Dave Brubeck, Charles Mingus gibi cazın üstadlarını canlı dinlediği dönemde, 1962; Filiz Ali, Ankara Sanatseverler Lokali'nde, 1959
Galiba Türkiye'de bir acayip müziksiz yaşayamama veya 'illa ki bir ses olsun' durumu var: Eve geliyor, televizyonunu açıyor, bir ses olsun istiyor. 'Müziği biraz kısar mısınız?' diyorsunuz mesela, kısıyorlar iki dakika sonra yeniden açılıyor. Müzik iyi de olabilir ama bırak; kuşları dinleyelim... Sessizlik bizim insanlarımızı çok rahatsız ediyor. Yalnızlık korkusu herhalde." bu cümleler Sabahattin Ali gibi bir figürün kızı olarak müziğin, edebiyatın, sanatın tam ortasına doğmuş, yaşamı boyunca da tüm bunları ana merkezine koymuş müzikbilimci, piyanist Prof. Dr. Filiz Ali'ye ait. Bu sohbette Yok Bi'Şey, Acımadı ki... adlı son kitabı vesilesiyle biraz geçmişe dönecek ve küçük bir zaman yolculuğuna çıkacağız. Sabahattin Ali'nin 1930'larda satın aldığı Art Deco koltuk, kanepe gibi eşyalarla ilgili hatıralar bizi Ayvalık'a yönlendirecek ve Filiz Ali'nin kurucusu olduğu Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi (AIMA)'dan bahsedeceğiz, bu bölgenin ve ülkenin entelektüel altyapısının köklerine inerek.
Heykeltıraş Gürdal Duyar'ın 1989'da yarattığı Filiz Ali büstü ve konservatuar yıllarından beri onunla birlikte olan piyanosu
Tarihi, edebiyatı, müziği, sanatı, modayı, dekorasyonu hatta gastronomiyi kapsayan çok zengin bir hayatın hikayesi Yok Bi Şey, Acımadı ki... kitabınızı okurken insanın aklına ister istemez Mina Urgan'ın kitaplarında anlattığı o entelektüel atmosfer geliyor. Tüm yaşanılanları bir araya getirip, tarih çizelgesine oturtarak bu kitabı ortaya çıkarmaya nasıl karar verdiniz?
Kitap aşama aşama gerçekleşti. İlk önce babamla ve çocukluğumla ilgili yazmak istemiştim ve böylece Filiz Hiç Üzülmesin kitabı ortaya çıktı. Bu kitapta pek çok şeyi anlattım zaten ama daha çok çocukluğumla ilgiliydi ve babamın ölümüyle bitiyordu. Ben çok belge (mektuplar, kartpostallar, ajandalar) saklarım, sanırım babamdan miras kaldı bu özelliğim. Fakat sonradan annemin ölümüyle açılan sandıktan çıkanlar ve elime geçenler oldukça yani bilgiler çoğaldıkça biraz daha geriye dönebilirim dedim. Bir de dünya kadar fotoğraf vardı... Zaten kitabı yazmaya da onlar üzerinden gittim; fotoğraflar benim için bir kurgu oldu.
O sandık neden annenizin ölümünden sonra açıldı?
Daha önce de açılmıştı ama babamla ilgili belgelerin hemen hemen hepsi eski Türkçe idi. Evet annem onları yaşarken yeni Türkçeye çevirmişti ama ölümünün ardından Sevengül Sönmez ile ciddi bir şekilde çalışmaya başladık. Hatta oradaki ipuçlarından babamın yakın dostlarıyla mektuplaşmalarım gibi kendi sakladı- ğım diğer belgeler de ortaya çıktı.
Kitabınıza köklerinizden başlıyoruz ve giriş bölümünde annenizin hayatındaki en önemli rol modelinin anneannesi olduğunu öğreniyoruz. Sizce sizin üzerinizde en çok kimin etkisi vardı?
Tabii babamın etkisi müthiş; beni gerçekten hayata hazırlamış. Bir kere kültürel bir baz vermiş bana... Ben ortaokula başladığım vakit pek çok arkadaşımdan daha fazla bilgi sahibi olan bir çocuktum ve hatta herkes öyle olur sanıyordum. Annem, çok kuvvetli bir karaktere sahipti ve o da benim rol modelimdi. Her ne kadar anne-kız çatışması olsa da ona hayrandım tabii. Daha sonraki dönemlerde hep bahsettiğim Halet Çambel, genç kızlığımda 'onun gibi olmak istediğim' insanlardan biriydi. Onun idealizmi, sadeliği, arkeoloji mesleğine olan aşkı, çevresi, çevresindeki insanlarla olan ilişkisi... Piyano öğretmenim Ferhunde Erkin de olağanüstü biriydi. Hala çok azdır ona benzeyen kadın, on parmağında on marifet biriydi. Türkiye'nin ilk kadın konser piyanisti aynı zamanda müthiş bir ev kadını, pilili etekli bele oturan döpiyes de örerdi, beş dil bilir ve anadili gibi de konuşurdu. Ulvi Cemal Erkin gibi inişleri çıkışları olan bir bestecinin eşi olmasına rağmen kendi kariyerini arka plana atmadan mesleğinde her zaman sağlam durmayı başardı. Yani genellikle benim rol modellerim kadınlardı.
Cumhuriyet yıllarında, 30'lar ve 40'larda sanki çok daha gusto sahibi, estetti insanlar ve günümüzle kıyasladığı- mızda sadece tüketen değil, üretkenlerdi de. Evet farklı bir dönemdeyiz ama siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, ki bu değişime dair sayısız örnek var son kitabınızda.
Benim çocukluğumda ve gençliğimde biz mecburen çok tutumluyduk; zaten başka türlüsü de bilinmezdi. Hatta belki kitapta da gördünüz, anneme anneannesi Beyoğlu'ndan 'kutu elbisesi' almış. O zamanlar için olağanüstü çünkü o hazır bir elbise. Bu kutu elbiseler bazen Avrupa'dan gelirmiş, pelür kağıtlarına sarılmış bir şekilde... Babamın İstanbul'dan dönerken hediye olarak anneme kumaş getirdiğini anımsıyorum, Ankara'da bulunmazdı çünkü. Ama bu, senede bir veya iki kez olurdu. Babam da çok dikkat ederdi kendine ama şimdiki gibi düşünülmesin; bir yerlerden iyi kumaş bulunur, iyi bir terziye diktirilir ve o sezonlar boyunca giyilirdi. Yazlık bir elbise, kışlık bir elbise; yazın bir ayakkabı, kışın bir. Eskimeye başlayan kışlık ayakkabının arkası kesilir, terlik olur. Ama babam özellikle benim ayakkabılarıma çok dikkat ederdi, küçüldükçe yenisini ve hatta iki tane bile alırdı. Babamın ölü- münden sonra sıkıntıyla geçen zamanlarda annemin dostlarının küçülenlerini giydik. O dönemde bir de kıyafetler eskiyince ters yüz edilir, çeşitli ilaveler yapılır böylece yeni, güzel bir moda çıkar... Çok daha yaratıcıydı bana sorarsan o zamanki insanların giyim anlayışı.
Kitabınızda sıklıkla karşımıza çıkan detaylardan biri de dekorasyon. Thonet koltuğu, Art Deco kanepeleri, bir mobilyanın üzerindeki işlemeleri bile hatırlayabilmek ve tüm bunları çocukluk hatırasından çıkarabilmek hayranlık uyandırıcı. Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi'nde 'eşyanın teselli edici özelliğinden' bahseder; katılıyor musunuz?
Tabii. Her insan yaşadığı yere kendi karakterine, duygularına uygun bir takım eşyalar seçip koyuyor. Onları seviyor, benimsiyor ve onlar olmayınca rahatsız oluyor. Ben öyleyim en azından... Estetik açıdan emek verilmiş eşyaya, mesela kaliteli porselen tabaklara, Christofle yemek takımına veya Thonet koltuğa değer vermek, kendine ve hayatına saygı demek. Ama bu estetiğin de unutulduğunu düşünüyorum. Evimde gördüğünüz piyano,1900'lerin başında İzmir'deki bir müzik mağazasında satılıyordu. İzmir'den Ankara'ya getiren aileden satın almıştım konservatuar yıllarımda ve şimdi İstanbul'da benimle. Aslında eşyalarımın çoğu benimle beraber geziyor. Bir takım eşyalar da Ayvalık'ta. Tabii evliliğim sona erdiğinde bazı parçalar sonradan gelmişti. Gülsen Denizsel'in kardeşi ile açtıkları AK adlı antikacıdan gelen komodin, orta sehpa ve Van Gogh iskemlem de hala bu evde.
Sabahattin Ali'nin MEB'den tanıdığı Nihat Adil Erkman'ın Almanya'dan getirdiği, sonra 1930'larda babanıza sattığı Art-Deco stilinde desenli kanepe ve koltuklar, şu an Ayvalık AIMA binasının salonunda. AIMA gibi bir müzik enstitüsünü Ayvalık'a kazandırmanızın nedenini ve buranın kültürel arka planını sizden dinlemeyi isterim.
1924'e kadar Ayvalık'ta sadece Rumlar yaşıyor. O tarihten sonra mübadele sonucu özellikle Midilli ve Girit'ten Türkler geliyor, Rumlar gidiyor. Rumların bıraktıkları şehir çok zengin. Küçük bir endüstri kenti ama zeytinyağı, deri işleme fabrikaları, akademisi olan bir yer...
Girit'ten gelenler ise bu kültüre aşina. Müzik meselesi ise hayli ilginç; evinde keman ya da piyano çalanlar var ve Ayvalık'ın iyi bir dans orkestrasını kurmuşlar, halk evlerinde sanatsal kollar faaliyette, Fazıl Say'ın hocası olan Kamuran Gündemir (benim de konservatuardan arkadaşım) gibi biri burada yetişmiş. Kısacası böyle bir sanat ortamı her zaman vardı Ayvalık'ın. Ardından o insanların çoğu öldü, çocukları Ayvalık'tan gitti. Fakat son zamanlarda bir geri dönüş de yaşanıyor; torunları, çocukları tarafından.
Bugün döneminizdeki idealizmin aynı şekilde sürdüğünü düşünüyor musunuz?
Hayır çünkü direnci yok gençlerin. Zorluklar içinde büyüyen bir çocuğu düşünün... O çocuk mücadele eder çoğunlukla ve hayatta da başarılı olur. Ama pamuklar içerisinde, hayata hiçbir şekilde alıştırılmamış şekilde yetiştirilen çocuğun direnci olmuyor. Çünkü her darbeden bile daha küçük bir olay, onu, zorluklar içinde yetiş- miş çocuktan daha çok etkiliyor ve cesaretini kırıyor. Alışkın değil çünkü. Bir kıskançlığa, ayak kaydırmaya, kendisine kötü davranılmasına alışkın değil; herkesin onu sevmesi gerektiğini düşünerek büyümüş. Hayır efendim, bu dünya acımasız ve o şekilde yetişeceksin.
İnternetle aranız nasıl?
Çok iyi anlaşıyoruz. Müzik videoları paylaştığımız bir Facebook grubumuz var hatta.
Klasik müzik, opera, caz gibi farklı janrlarda sizi ilk etkileyen müzik türü hangisi olmuştu?
Opera. Babam konservatuarda eğitmendi ve o sırada Opera Bölümü kurulmuştu. Beni de yanında götürürdü. Pek çok provaya gittim onunla ama Mozart'ın Figaro'nun Düğünü operası... İlk duyduğumda öylesine etkilenmiştim ki; hala hayatımda en çok sevdiğim operadır. Altı-yedi yaşımda aryaları baştan sona ezbere biliyordum. Ve hatta operacı olmak istiyordum. Madame Butterfly İzmir'de Fuar'da temsil yapmıştı. Madame Butterfly'ın çocuğu rolünü oynamak istemiş, sahneye çıkmak için nasıl da hırs yapmıştım! Ama oyuncunun bir erkek çocuğu olması gerekiyordu. Fuarda Bizim Şehir diye bir tiyatro oyunu da oynandı... Oyunda dönemin parlak öğrencileri Cüneyt Gökçer ile Muazzez İlgin evlenecek. Duvağı taşıyacağım diye çılgına dönmüş- tüm! En nihayetinde beni giydirdiler, süslediler ve sonunda sahneye çıktım. Sahnede olmak, kulislerde gezmek, koronun içine girmek, çıkmak... Böyle bir çocukluk işte; nasıl müzisyen olmazsın?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1989'da 'dünya standartlarında yeni bir konser salonu' yapımına karar verildiğini, Cemal Reşit Rey adlı bu salonun 'Genel Sanat Yönetmenliği' görevini sizin yapacağınızı açıklamıştı. Bugün akustik açıdan dünya standartlarında bir salonumuz var mı?
Dünya standartlarında bir salonumuz yok. CRR yine en iyisi ama küçüktür ve büyüme ihtimali de yoktur. AKM akustik bakımdan bir takım sorunları olmasına rağmen Türkiye'nin en iyi sahnesiydi. Kapanmış olması büyük bir trajedi. Lütfü Kırdar da iyi ama o da dünya standartlarında değil. Müzik düşünülerek yapılmıyor bu binalar. Londra'da 1960'larda Southbank ardından Barbican yapıldı. Ondan sonra 99 salon daha yapmadılar; birkaç adet 'iyi' salon inşa ettiler. O nedenle AKM'nin yeniden inşasında İstanbul'a yakışan, en iyi salonu yapmak gerek
Aliye, Filiz ve Sabahattin Ali Ankara'daki evlerinde, 1943
Altı yaşında ilkokula başladığında, 1943
2014 Ayvalık Müzik Festivali'nde, AIMA orkestrası ile
Joan Baez ile Türkiye'de, 1959 Altta: Filiz Ali Sanat Direktörü olduğu Cemal Reşit Rey açılış konuşmasını yaparken, 16 Mart 1989
Yaşar Kemal ile, 1989