Patti Smith olmak
LIFESTYLE

Patti Smith olmak

Son kitabı M Train ile bir rock ikonunun yazar, gezgin, anne olarak yaşamının öteki yüzü ve hiç bitmeyen arayışına şahitlik ediyoruz.

GÜNCELLEME TARİHİ: 17 Şubat 2019

Patti Smith'in son kitabı M Train, ismindeki M harfini İngilizce'de 'zihin' anlamına gelen 'mind' kelimesinden alıyor. "M Treni, düşüncelerin yönlendirdiği, her yöne gidebilecek bir tren" diyor Smith. İçinde yer alan olaylar yalnızca tesadüflerin gizemine açık olanlara dokunabilecek türde, şiirsel bir mantıkla ilerliyor. Smith, kitap boyunca Fransız Ginesi'nden Japonya'ya, Meksika'dan İngiltere'ye, İzlanda'dan Fas'a, dünyanın çeşitli yerlerine sürekli bir göç halinde ve seyahatlerinin her birinin ucu belirsiz bırakılıyor. Her bir yolculuk, hatta oturduğu Greenwich Village semtinde kahve almak için köşedeki şarküteriye gidişi bile, size sanki önünüzde sihirli bir geçit açılıyormuş gibi hissettiriyor.

Patti bir gezgin, eşine rastlanmayacak özgünlükte bir şarkıcı-şair-sanatçı- fotoğrafçı. Onun günlük yaşama dair titiz tanımları, okuyucunun bir süreliğine Patti'nin yerine geçmesini sağlıyor. Smith, kült mertebesindeki albümü Horses'ın yayınlanması ile 1970'li yılların ortasında tüm dünyanın tanıdığı bir rock şarkıcısı haline gelirken, aynı 70'lerin sonunda tüm kazanımlarını geride bırakmayı göze alarak aşık olduğu adamın, MC5 grubundan Fred Sonic'in peşinden Detroit'e giden kişi. Smith ve Sonic, kızları Jesse ile oğulları Jackson'ı burada büyüttü. 1994'te eşinin ölümünden ve New York'a geri döndükten sonra ise Smith'in ortaya koymaya başladığı işler daha katmanlı ve derin bir hal almaya başladı. Son albümü Banga'da yer alan Constantine's Dream adlı parça, bunun son örneklerinden biri. Sanatçı Robert Mapplethorpe ile paylaştıkları büyük aşklarını ve gençlik yıllarını otobiyografik bir dille anlattığı, M Train'den bir önceki kitabı Just Kids (2010), Ulusal Kitap Ödülü'ne layık görülürken; kısa süre önce ayrıca Showtime kanalı tarafından mini diziye dönüştürülmesine karar verildi.

Öte yandan, M Train ise hiç şüphesiz Marcel Proust'un insan zihni ve kalbinin gidişatını aynı anda takip edebilme idealini yerine getiren bir kitap. "Hiçbir şey hakkında yazmak çok kolay değil" diyor, Smith'in kitabın ilk sayfalarında rüyasında gördüğü bir kovboy. M Train'in sonunda anlıyorsunuz ki; her şey aynı zamanda hiçbir şey demek ve yaşam, zevk ve hatır için yapılan bir işten öte değil.

Bir şarkıcı, şair ve rock yıldızı olduğunu düşününce Patti Smith'e soru sormak aslında başlangıçta beni biraz korkuttu. Müzik hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Birkaç sene önce New York'ta Smith için bir partiye ev sahipliği yapmıştım ancak ben orada değildim; ama sonradan duydum ki, dairemdeki kitaplığın raflarında İzlanda'ya dair kitaplar görmek onu memnun etmiş. Ve bir baget ekmek aldım, yanına güzel peynirler kestim. Smith herhangi bir amaç gütmeksizin serbestçe sohbet etmemiz için daireme geldi ve ben, hayatım boyunca en çok konuşmak istediğim insanlardan biriyle uzun uzun sohbet etme şansını yakaladım.

Joan Juliet Buck: M Train'i okuyup bitirdikten sonra sanki seni artık çok iyi tanıyormuşum gibi hissettim.
Patti Smith:
Bu kitap gerçekten olduğum kişiyi yansıtıyor. Bir sürü uğraşım var, bunlardan biri de rock'n roll'un altın çağında, bunun bir parçası olmuş olmak. Ama kendimi daima bir yazar olarak gördüm ve M Train, tamamıyla bir yazar olarak yaşantılarımla ilgili.

JJB: Kitap bir kovboyla konuştuğunuz rüya ile başlıyor. O kim?
PS: Bunun pekala yazarın kendiyle arasındaki konuşmalardan biri olduğunu söyleyebilirsiniz. Ya da Sam Shepard ile. Sam'i 24 yaşımdan beri, yani 45 senedir tanıyorum. Onunla hep kitaplar hakkında konuşuruz. Kovboyla aramızdaki bazı diyaloglar, Sam'le konuştuklarımızla kesişiyor. Kovboy aslında vicdanımın sesi gibi.

JJB: Kayıplar hakkında yazdığın çok fazla cümlen var. Fotoğrafını çekmek üzere Sylvia Plath'in mezarına gittiğin ama sonra fotoğrafların kaybolduğu bölümler gibi, mesela. "Hiçbir şey gerçekten aslı gibi çoğaltılamaz" diyorsun. "Ne aşk, ne bir mücevher ne de tek bir cümle."
PS: O fotoğraflara ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Misyonuma o denli odaklanmıştım ve oraya gitmek o kadar zordu ki; çektiğim karelere tek kelimeyle aşık oldum. O kadar ki, bir mezara gittiğinizde aslında ne yapmanız gerektiğini bile unuttum, birkaç dua etmek gibi mesela. Bu hiç de huyum değildir. Buradaki kişisel kazancım ve manevi tatminimle tüm insani sebeplerden daha çok ilgileniyordum. Ama günün sonunda böyle olmuş olmasına memnunum çünkü bu nedenle mezara ikinci ve üçüncü kez daha gittim ve sonuncusunda orada sadece Sylvia için var olduğumu fark ederek kendimi iyi hissettim.

JJB: Bir de Bedford caddesindeki Cafe Ino'dan çokça bahsediyorsun. Orayı ben de çok severdim. Hatta trüf yağlı yumurtayı ilk orada keşfetmiştim.
PS: Ben ise Ino'ya her gidişimde sadece ve sadece zeytinyağı, kepek ekmeği ile Toskan beyaz fasulyeli çorba sipariş ederdim.

JJB: Ekmeğini zeytinyağına bandırmaya ilk ne zaman başladın?
PS: 60'ların sonlarında Paul Bowles okuduğum yıllarda. Çünkü o kitaplarında böyle yapardı. Ve bu ancak Paul Bowles okuyarak öğrenebileceğim bir şeydi.

JJB: Queens'te, Rockaway Beach tarafında küçük bir evin var.
PS: Nihayet tadilatımız bitti. Küçük, çimenlik bir bahçem var. Arkadaşım Klaus Biesenbach ile burada komşuyuz ve çok şanslıyım ki Klaus aynı zamanda muhteşem bir bahçıvan.Hatta turne için seyahatteyken bahçeme ayçiçekleri ve kır çiçekleri ekmiş.

JJB: Kitaplarındaki cümleleri yazan kadın, etrafındaki her şeyin çok fazla farkında. Just Kids'te Robert Mapplethorpe'u ve onun çevresiyle ilişkisini anlattığın satırlar çok canlıydı.
PS: Çünkü insanların onu tanımasını, insanlığını bilmelerini istedim. Ama bunun yanında kendini işine ne kadar adadığını da anlatmalıydım. Robert, Just Kids'i yazmak için beni teşvik eden kişi. Ölümünden bir gün önceye kadar benden hikayemizi anlatacağım bir kitap yazmamı istedi. Ona her morali bozuk ya da parasız kaldığında bunu tekrar tekrar söylememi isterdi.

JJB: Yolculuğa çıkarken yanına neler alırsın?
PS: Sahnede hep aynı şeyleri giyiyorum. Yanıma iki siyah kot pantolon veya işçi tulumlarından alıyorum mutlaka. Bunun yanında 10 çift arı desenli çorap, iç çamaşırları, beş altı tişört ve bir de siyah ceket. Ann Demeulemeester bu yıl Horses için turneye çıkacağımı duyunca bana, turne için özel olarak tasarladığı birbirinin aynısı yedi ceket ve yedi yelek göndermiş. Tüm ihtiyacım olanlar bunlar.

JJB: Arı desenli çoraplar?
PS: Hep bunları giyiyorum. Benimle özdeşleşti artık. Japonya'da yapılıyorlar. Biraz pahalı ama değiyor. "Yılbaşı için ne istersin" diye sorduklarında "Bana bir çift daha bunlardan alın" diyorum.

JJB: Kitapta bir de çok sevdiğin Comme de Garçons ceketinden söz ediyorsun.
PS: Fotoğrafa ilk girişim ve estetik zevkimin gelişmesi 50'li yıllar boyunca komşumuzun okuyup sene sonunda bir kenara attığı moda dergileri aracılığıyla oldu. Bazaar'ı alır okur, okurken kopup giderdim. Irving Penn'in eşi Lisa Fonssagrives'in muhteşem fotoğraflarını çektiği, üç köşeli şapkaların moda olduğu zamanlardı. Sayfalara bakarken transa geçiyordum. Babam bir fabrikada çalışıyordu, annem ise garsondu. Zenginlerin bir kenara ayırdığı ikinci el giysiler arasından seçerek dolabımı oluştururdum, üzerime olup olmamalarına aldırmaz, sadece giydiğimde kendimi nasıl hissettiğime odaklanırdım. Kaşmir veya İrlanda tüviti olması umrumda değildi. Balenciaga'nın parçaları çok ilgimi çekerdi. Gerçekten acayip şeyler giyiyordum, siyah, ipekten kapri paça pantolonlar ve ipek Dior gömlekler falan. Hiçbiri üstüme tam oturmuyordu ama umurumda değildi.

JJB: Küçük yaştan itibaren sanatla haşır neşir olmak istediğini biliyordun değil mi?
PS: Sanata ilk kez Philadelphia Sanat Müzesi'nden içeri adım attığım anda aşık oldum. Her şeyden önce, gördüklerim olağanüstü güzellikteydi. Ama daha önemlisi, kendimi onların bir parçası gibi hissediyordum. Uzun, zayıf, sırık gibi, makyaj yapmayı sevmeyen bir kızken John Singer Sargent'in beyaz elbiseler içindeki dağınık saçlı kızını, Modigliani'nin çıplak kadınlarını ya da Madonna tablolarını görür; onların vücut dilleriyle kendi aramda bir ilişki kurardım.

JJB: Robert'layken çiziyor, oyunculuğu deniyor, yazıyordun.
PS: Evet, Robert'ın bununla ilgili endişeleri vardı. Bana hep, 'Patti, kendini çok fazla parçaya ayırıyorsun' derdi. 'Birini seçemez misin?' Elimde değildi. Gece boyu çizim yapıyor, ardından bir şiir yazıyordum. Öyle bir coşkum ve enerjim vardı ki, hiç aklıma gelmeyen bir şey yaptım ve şarkı söylemeye başladım. Böylece bir sahne fobim olmadığını da fark ettim.

JJB: Detroit'e taşındıktan sonra yıllar boyu hiç sahneye çıkmadın.
PS: Evet, tam 16 sene. 1979'da, Floransa'da 80 bin kişiye verdiğimiz konser, son performansımdı. Avrupa'da bir rock yıldızı olarak karşılanmak güzeldi ama kendimde bazı değişimler fark etmeye başlamıştım. Davranışlarım farklıydı. Tatmin edilmesi daha zor ve talepkar biri oluyordum. Hiçbir zaman şoförlerden bir şey istemememe rağmen, bu kez araba biraz geç kalınca sinirlenip bağırmaya başlıyordum. Sürekli çalışıyordum, ama tek satır bir şey yazmıyordum.

JJB: Çok fazla parçaya bölündüğün için mi?
PS: Çok stresliydim. Aşırı seyahat ediyordum.Ukalanın biri olmuştum. Derken aşık oldum. Birlikte olmak istediğim adamı buldum. 30'larımın başındaydım ve Fred ile bir yaşam istiyordum.

JJB: Fred'in aradığın kişi olduğunu nasıl anladın?
PS: Tanıştığım dakikada bunun böyle olduğundan emindim. Nedenini bugün dahi bilmiyorum. Böyle bir yola gireceğimi hayal bile etmemiştim. New York'tan gitmeyi istemiyordum, bir aile kurmak aklımda yoktu. Ama Fred vardı ve tam karşımda duruyordu. 16 sene boyunca onu çok yakından tanıdım, iki çocuğumuz oldu, her yönden değişip geliştim. Dünyevi telaşlarla alakası olmayan biriyken tüm hayatı bunlarla dolu bir kadın oldum. Yemek yapıyor, yerleri siliyor, okul formalarını ütülüyordum. Bu süreçte annemi daha iyi anladım.

JJB: Gerçekliğin içinden geçerek...
PS: Bir bakıma. Ve tüm bunlar diğer pek çok şeyden daha az şiirsel değildi. Zihnimi basit şeylerdeki güzelliği görmeye açtım. İlk kez bir yazma disiplini geliştirdim. Önceden buna gerek yoktu, ne de olsa sanatçıydım, sadece geceleri ya da canım istediğinde yazardım. Birdenbire büyük sorumluluklarımın arasında yazı yazmak için kendime alan açmak ve buna uymak zorunda kaldım. Sabahları beşte kalkıyor, çocuklar sekizde uyanana kadar yazıyordum. Sandıklar dolusu yazı biriktirdim. Yazar olmayı bu süreçte öğrendim. Just Kids böyle doğdu.

JJB: Şimdi ise Showtime kanalı için bir mini-dizi haline dönüştürüyorsunuz, değil mi?
PS: Just Kids piyasaya çıkar çıkmaz pek çok yerden kitabı filme dönüştürmek üzerine teklifler geldi. Düşündüm ki, kitap film değil ama karakterlere daha çok nefes alanı tanıyan bir mini-diziye dönüşebilirdi. Ve iyi bir iş olursa tüm dünyadan çok sayıda insan aynı anda izleyebilir. Ve bu fikir hoşuma gitti.