Giorgio Armani'nin karanlık aydınlığı
MODA

Giorgio Armani'nin karanlık aydınlığı

“İşimi çok seviyorum; bana asla ait olmadığım, sadece filmlerde görüp kitaplarda okuduğum bir dünyanın kapılarını araladı”

GÜNCELLEME TARİHİ: 6 Aralık 2017

Londra'ya taşıdığı Emporio Armani defilesinin ardından Harper's Bazaar İngiltere Genel Yayın Yönetmeni Justine Picardie, Giorgio Armani ile sohbete oturdu. Armani Privé tasarımların zarafet ve eksantrikliği eşliğinde...

Fotoğraflar Serge Leblon
Yapım editörü Tilly Wheating

Sabahın erken saatleri, Giorgio Armani'nin Paris'teki Haute Couture defilesi öncesi… 'Maestro', ekibi eşliğinde koleksiyonun büyük bir bölümünü oluşturan siyah elbiseler yanı başlarındaki rayda asılı uçuşurken, her zamanki sükûnetiyle atölyesinde çalışıyor. Kristal işlemeler, siyah kuş tüyleri, kat kat tül ve kadifeler; her detay birbirinden eşsiz. Giorgio Armani ise adeta bir orkestra şefi gibi dikkatli bir gözlem içinde, güzellik anlayışını en saf haliyle dışa vuran bu zarif senfoni bestesi üzerinde son rötuşları yapmakla meşgul.

Armani, 83 yaşında ama yanık teni ve kendisiyle özdeşleşmiş koyu lacivert tişört ve pantolonuyla, o kusursuz stilinde, inanılmaz sağlıklı görünüyor. Keskin bakışları her şeyi analiz ediyor; merhabalaşmamızın ardından çiçek motifli şifon bir bluz, jean ve düz babetlerden oluşan kıyafetlerimle ilgileniyor. Bond Street üzerindeki yeni adresi şerefine Londra Moda Haftası'na taşıdığı Emporio Armani defilesini sorduğumdaysa hemen tespitlerini paylaşıyor; "Uzun zamandır Londra'dan uzakta kalmıştım. Bu sırada ben de, şehir de değişti. Aynı kalan bir şey varsa o da kendimi ifade etme arzum. Dünyanın bu değişim hızı sizi etkileyebilir, farklı yönlere çekebilir, kimliğinizi kaybetmenize sebep olabilir; ama benim bir çift gözüm ve kulağım var, bakıyorum, dinliyorum. Örneğin jean'inizi belki bundan 10 yıl önce akla gelmeyecek, çok güzel bir biçimde giymiş olduğunuzu fark ettim. İşte 2017'nin, 2018'in Londra'sı da bu zaten… Bana kalırsa şehir daha önce hiç olmadığı bir zarafet seviyesinde."

Zarafet, 1975 yılında markanın kuruluşundan bugüne, Armani stilinin özünde yatıyor. Çağdaş tasarımcılar arasında onu bambaşka bir yerde konumlandıran, sekiz milyar doları aşan kişisel servetiyle kendi işinin sahibi ve patronu yapan, dev global şirketler arasında ona gerçek bir özgürlük sağlayan, eşsiz bir zarafet bu. Ve o, tıpkı tasarımlarının bağırmayan kusursuz terziliği gibi bu başarısını sanki kolay bir şeymiş gibi yansıtıyor. Ancak kariyerinin başlangıcında yol açtığı devrimi unutmamak gerekiyor: Geleneksel kesimli ceketlerin çizgisini al aşağı ettiğinde, androjen sayılacak kadar yumuşak ancak bir o kadar da şık takım elbiseler yaratması, ofis saatleri dahilinde veya iş dışı zamanlarında Armani giymeyi tercih edenlere çabasız bir zarafet kazandırmıştı.

Yves Saint Laurent'a duyduğu hayranlığı paylaşan Coco Chanel gibi Armani de yetenek, ilham ve hırsının karmaşası ardında yalın bir stil yaratma becerisi gizliyor. Ve yine tıpkı Chanel gibi o da başarılı imparatorluğunun cilalı yüzeyi altında geçmişte verdiği mücadeleler ve tarihten derin izler saklıyor. 2015 yılında yayınlanan otobiyografisinde, "Kendime karşı çevremdekilere hiç olmadığım kadar acımasızım." diye itiraf etmişti. Hayata daha en başından büyük bir mücadeleyle başlamıştı; 1934 Temmuz'unda, ekonomik kriz ve Mussolini'nin faşist diktatörlüğü gölgesindeki İtalya'da, İkinci Dünya Savaşı boyunca bombardıman altında kalan kuzeydeki Piacenza'da doğmuştu. Hatıralarını paylaştığı aynı kitapta bombalanan bir şehirde, mahzenlerde korku içinde yaşamayı anmış, önceden yaptığımız sohbetlerde savaş sonrası dönem için, kendi sözleriyle "ne para ne de yenecek hiçbir şey olmayan bir zaman" olarak tanımlamıştı. Artık hayatta olmayan Sergio adlı ağabeyi ve küçük kız kardeşi Rosanna ile bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babaları bir nakliye şirketinde çalışırken savaşın ertesinde Faşist yönetim için çalıştığı gerekçesiyle tutuklanmış ve aylarca hapis yatmıştı. Ev hanımı olan anneleri ise çocukların yaz kamplarını organize eden, gururlu ancak mesafeli bir kadındı. "Doğal bir zarafeti vardı ancak şefkatini dışa vurmakta zorluk yaşardı." diye anıyordu annesini Giorgio Armani.

Bir mayın patlamasında yaralanması ardından uzun süre hastanede geçen travmatik çocukluğu, onda doktor olma isteği uyandırmış ancak üç yıllık tıp eğitimi ardından yerine getirdiği iki yıllık zorunlu askerlik görevi sonrası ailesine destek olmak için bir iş bulması gerektiğine karar vermişti. Milano'daki departman mağaza La Rinascente'de önce vitrin tasarımcısı olarak işe girmiş sonra erkek giyim satın alma sorumlusu olarak devam etmişti. "Londra'ya ilk ziyaretimde hala La Rinascente için çalışıyordum. Şehrin en provokatif yıllarıydı... İngilizce bilmiyordum ve İtalya'nın banliyösünden gelen biri olarak biraz şok olmuştum. Çarpılmıştım –ki bunu kesinlikle iyi anlamda söylüyorum."

Armani sonradan moda tasarımına kaydı ve İtalyan tekstil devi Nino Cerruti'nin yanında çalışmaya başladı. Kendi markasını kurmayı ise ancak 40 yaşına bastığında düşünecekti. Hatta bu kariyer kararını partneri Sergio Galeotti'nin sevgisi ve desteğiyle onu yüreklendirmesine borçluydu. Başarı çabuk geldi; bu bir yerde yeni nesil çalışan kadının giyim tercihi ile tasarımcının androjen siluetinin örtüşmesi sayesinde oldu. Ancak yükselişinde rol oynayan bir etken daha vardı; onu 'Gri-bejin Kralı' ilan edenlerin göz ardı ettiği, koleksiyonlarının seksapel özelliği... Amerikan Jigolo'da en az çıplak hali kadar yumuşak Armani takımları içinde de baştan çıkarıcı olan Richard Gere'i hatırlayın. Kıyafetler filmin sahnelerinde ikinci deri mertebesinde, mahremiyeti ve yumuşak dokunuşları çağrıştırıyorlardı.

Armani'nin tanımlaması güç denebilecek cinsel kimliğinin iş hayatı üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu merak etmeden de duramıyorum. Ne de olsa İtalya'da büyüdüğü yıllarda süregelen faşizm, homoseksüelliğe neredeyse bir suç gözüyle bakıyor, sindirme yollarına başvuruyordu. Bu arada günümüz İtalya'sında cinsel yönelimlere böyle bir uygulama artık yok ancak eşcinsel haklarının adı hala anılmıyor. Armani erkek koleksiyonlarının hiçbir kadınsı özelliği olmadığı doğru. Hatta bu, Hollywood yapımcılarının The Untouchables ve Good Fellas gibi filmlerde ultra maskülen mafya karakterleri yansıtmak için kostümleri Armani'ye emanet etmelerinden belli. Ancak benzer imaj Amerikan Jigolo filminde yer alsa da -yönetmenin asıl amacı her ne olursa olsun- homoerotik bir alt metnin önüne geçilemiyor.

Armani'nin başarıya yükselişine, ne yazık ki Galeotti'nin 1985 yılında Aids'e yenik düşerek vefat etmesi gölge düşürmüş. Galeotti'nin kendisi için bir iş ortağının ötesinde, bir hayat arkadaşı, bir ilham kaynağı olduğu düşünülürse, böylesi bir acı aşılamaz gibi duruyor. Ancak tasarımcının içindeki yıkılmaz güç yine kendini ortaya koymuş ve şirketi akıl almaz derecede yükseklere taşımıştı. Uzun ve derin bir yas süreci geçirdiği şüphesizdi, ancak otobiyografisinde "Zorluklar… Onları her şeyden çok seviyorum." diyordu. Armani ile şirketinin 40. yıldönümü sebebiyle bundan iki yıl önce görüştüğümüzde de şöyle demişti; "Yaratıcı olmak için acıya tepki vermeniz gerekir. Eğer her şey yolunda gidiyorsa, sıkıcılaşırsınız."

Tüm bunlar, hem birey hem de marka olan Armani'yi Armani yapan, ilk bakışta tahmin edilemeyecek özellikler. Tasarımlarında karşınıza çıkan oyuncu yönüne bir bakın… Mesela son haute couture koleksiyonunda minik örgü şapkalar, beklenmedik pembe renk patlamaları ve kanatlarını sonsuzluğa açmış uçmakta olan bir kuş deseni göze çarpıyor. "Günümüzde her şey birbiriyle iç içe geçmiş durumda. Ben de bu koleksiyonda belirgin bir ayrım yaratmak, haute couture'ün zarafet, eksantriklik ve eşsizlik gibi asıl kodlarına vurgu yapmak istedim." diye açıklama getiriyor Armani.

Eksantrik olma fikri, belki de dizginlenmiş bir zarafet anlayışıyla nam salmış Armani estetiği için kulağa sıra dışı gelebilir. Ancak tam tersi; Cinecitta film stüdyolarındaki görevini yitiren dev goril maketinin, tasarımcının Milano'da yaşadığı palazzo'nun salonunda oturmasını açıklayabilecek güçte olan, vazgeçilmez bir stil ögesi bu. Kendisinin de gözlemlediği gibi görsel yaklaşımı 'modern ve zeki dokunuşlara' sahip. Bir de hayal gücü ve rüyalarının etkisi var; "Mütevazı imkanları olan, mütevazı bir ailem vardı. Bu da benim kendi kendime bir dünya yaratmamda rol oynadı. Zaten bu yüzden işimi çok seviyorum; bana asla ait olmadığım, ancak filmlerde görüp kitaplarda okuduğum bir dünyanın kapılarını araladı. Böylece kendime has bir varoluş biçimi oluşturdum."

Sohbetimiz esnasında söylediklerimi daha kendi diline çevrilmeden anlıyormuş gibi görünse de Armani, İngilizce konuşmadığını iddia eden birine göre İngiliz tarihi dramalarına şaşırtıcı bir hayranlık besliyor. Öyle ki Downton Abbey, Victoria ve The Crown en sevdiği televizyon yapımları arasında yer alıyor; "Çok sevdiğim bir dünya ve yaşam biçimini temsil ediyorlar. Kahvaltı için başka, akşam yemeği için başka giyinip türlü gerekçelere uygun kıyafetlere bürünüyorlar. Bugünlerde sabah üzerine geçirdiğiniz şeyi ancak akşam yatarken çıkarıyorsunuz."

İdealize ettiği bu zamane İngilizlerine özgü hayatı düşünmek sanki yüzünde buruk bir ifadeye yol açıyor. Bir an için o her zamanki güçlü koruma kalkanı düşüyor ve ben de "Dün akşam ne rüya gördüğünüzü hatırlıyor musunuz?" diye soruveriyorum.

"Felaket bir rüya gördüm. Kim olduğunu bilmediğim bir takım insanla New York'tayım… Birden dönüp bakıyorum ve artık yanımda olmadıklarını görüyorum. New York'ta kaybolmuşum, kapanmakta olan bir departman mağazanın içindeyim. Dışarıda yağmur yağıyor. Çok huzursuz ve kendimi terk edilmiş gibi hissediyorum. Aynı rüyayı tekrar tekrar görüyorum. Bir psikanaliste anlatsam bana 'İnsanların seni terk edeceklerinden korkuyorsun' derdi." diye paylaşıyor ve gülümseyerek ekliyor, "Neyse ki yatak odamda uyandım."

"Hiç bir psikanalize girdiniz mi?" diye soruyorum. "Ben kendi kendime uyguladım!" diyerek yanıtlıyor ve sonra nazik bir baş selamıyla vedalaşıyoruz. Gökler kadar mavi ancak bir o kadar ciddi bakan gözlerle işine, kaybetme korkusunu kusursuzluk arayışıyla yendiği, safi zarafet duygusu uyandıran rüya gibi couture elbiselerinin dizili olduğu rayların başına dönüyor…