Diana Vreeland: Bir moda efsanesi
Harper’s Bazaar’da geçirdiği 26 yılda modanın seyrini değiştiren efsaneyi -sıradışı kişiliğinden keskin zekasına ve nadir rastlanan estetik anlayışını torunu Alexander Vreeland anlatıyor.
GÜNCELLEME TARİHİ: 18 Şubat 2019
"Büyükannemin olayları, kişileri romantikleştirmeye eğilimi vardı. Editörlüğünü üstlendiğim Diana Vreeland: The Modern Woman: The Bazaar Years, 1936-1962 ile onun bu yönünün, yaratıcılığının altını çizmek istedim. Çocukken ailemle birlikte bir süre Fas'ta yaşamıştık. Ve büyükkannem kendisini okula bir atla gidip geldiğime ve arka bahçemizde bir devenin yaşadığına inandırmıştı. Elbette bu sadece onun hayal gücüydü ama büyükannemi aksine ikna etmeye çalışmak bana hep gereksiz görünmüştür. "Okula aslında otobüsle gidiyorum büyükanne" demek istemiyordum çünkü onu o yapan zaten bu romantik bakış açısıydı. Richard Avedon gibi kült fotoğrafçılara verdiği ilham, birlikte ortaya çıkarttıkları yaratıcı, muazzam görsellikte fotoğraflar hep ondaki bu özellikten besleniyordu. Elbette eğer yaşamını bir kütüphane sorumlusu veya haberci olarak kazanıyor olsaydı söz konusu hayal gücü endişe verici olabilirdi. Ama sorun yoktu; o, bu sayede mesleğinde ele aldığı her şeyi rüyaya benzer bir şeye dönüştürüyordu. Kendini bu anlamda ifade eden cümleyi yine kendisi söylemişti: "Eğer sıkıcıysa, o hikayeyi hiç anlatmayın daha iyi. Başka bir şey uydurun, kafanızdan yazın."

Diana Vreeland oğlu Frederick ve torunu Alexander, 1960.
Ona dair ilk hatıram, beş yaşımdan. O zamanlar o Harper's Bazaar'da çalışıyordu, ben ve ailemse Almanya'da yaşıyorduk. Büyükbabamla birlikte Bonn'a, bir haftalığına bizi ziyarete gelmişlerdi. Birlikte Alman kalelerini ziyaret etmiş, Remagen'de bir öğle vakti harika bir piknik yapmıştık. Çantalarını da hatırlıyorum. Öyle çoklardı ki! Daima Louis Vuitton'un sandık biçimli irili ufaklı valizlerinden birkaç tanesi yanında olurdu ve her seyahat dönüşünde onları Louis Vuitton'a bakıma götürürdü.
Daha en başından büyükannemin farklı bir kadın olduğunu biliyordum. Kesinlikle torunlarına yemekler pişiren bir büyükanne değildi. Ama yanlış anlaşılmasın kesinlikle sert, korkutucu biri de değildi. Paris'te okuduğum yıllarda iş için ne zaman şehre gelse beni de ziyaret eder; ne yaptığımı, kimlerle görüştüğümü, aşk hayatımı, hayatımın genel seyrini merak ederdi. Onunla sohbet etmek çok keyifliydi. Kelimeleri kullanışı, ses tonunu ustaca ayarlayarak yerine göre alçaltıp yükseltmesi, öyle zengin, öyle dinamikti ki; insanlarla kurduğu iletişim biçiminde egzotik bir hava olduğu söylenebilir.
Modayla ilgilenen kişilerin genelde etraflarına karşı kavgacı ve yargılayıcı bir tavırları vardır. Diğerlerinin giydiklerini eleştirir, onların morallerini bozarlar. Büyükannem onlardan biri değildi. Söyleyecek pozitif bir şeyiniz yoksa hiçbir şey söylememeniz gerektiğine inandırdı. Ve takdir edersiniz ki bu, ana eksenini eleştirinin oluşturduğu bir dünya için harika bir özelliktir. "O ceket çok kısa", "Saçı berbat, o topuz orada durmamalı" diyen nice insanla dolu bir sektörde büyükannemin tavrı tamamen farklıydı. Kimseye zevkini empoze etmeye çalışmazdı.


Diana Vreeland, işleri ile alışıldık estetik normları yıkarak, yepyeni ve inkar edilemez bir güzellik anlayışının altını çizmeyi başardı.
Ben 1955 yılında doğdum, büyükannem ise Bazaar'ı 1962'de bıraktı. Onunla gerçekten çok yakındık. Hiçbir zaman kariyerinden bahsetmezdi, işine o gözle bakmıyordu ki... Sadece üzerinde çalıştığı bir şey olarak değerlendiriyordu, zaten iş dışındaki zamanlarda işten konuşmazdı. Mesleğiyle ilgili politik bir tavrı yoktu. Yönetimle ilgili manevraları bilmez, toplantı yapmaz, ajanda tutmazdı. Bir pazarlama departmanı bile kurmamıştı, bu aklına dahi gelmemişti. Birlikte çalıştığı insanlara notlar ve mektuplar yazar, iyi olanları bu şekilde motive ederdi. Bir de tabii, her ay ortaya harika bir sayı çıkarırdı. Diana Vreeland yönetimindeki Bazaar, sayfalarında yıllar boyunca kendine güvenen, aktif, zeki, güzel ve modern bir kadını portreledi. Düşünürseniz, büyükannem aslında klasik anlamda güzel bir kadın değildi ama ondan gözlerinizi alamazdınız. Girdiği her yerde kafalar ona çevrilirdi.
Derler ki, Diana Vreeland ile Bazaar'ın yollarının kesişmesi New York'taki bir davette, o yıllarda derginin genel yayın yönetmeni olan Carmel Snow'un onunla büyükbabamı pistte dans ederken görmesiyle olmuş. Snow, büyükannemin bir bolero ve çiçekli aksesuarla tamamladığı Chanel elbisesine bakarak ona iş teklifinde bulunuyor. Büyükannem ise ona, öğle vaktinden önce uyanabilen biri olmadığı için ofis şartlarına ne kadar uyum sağlayabileceğini bilmediğini söylüyor. Snow ise şöyle cevap veriyor: "Onu bilemem ama giysiler hakkında çok şey bildiğin kesin" yanıtını vermiş. Bunun ne kadar gerçekçi bir hikaye olduğunu, sahiden yaşanıp yaşanmadığını hala kimse bilmiyor. Ben de emin değilim ama en azından bu anının gerçekçi temellere dayandığını söyleyebilirim.
Büyükannem tam 26 yıl boyunca Bazaar'ın bir parçası oldu. Ve ortaya koyduğu işlerle, görsel seçimleriyle bir tür Fort Knox etkisi yaratarak; bugün hala modaya yön ve ilham veren bir dil yarattı. Uzun yıllar yazmaya devam ettiği, Bazaar'daki Why Don't You...? köşesinde uygulanması zor, fantezilere ya da masallara benzeyen önerilerde bulunuyor; takipçilerine bir süreliğine dünya hallerinden uzaklaşma fırsatı sunuyordu.
Hayal gücü anlamında Bazaar'da geçirdiği o yılların Vreeland'ın yaşamının zirvesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü o fotoğraflar hiç yaşlanmadı, hiç demode olmadı. Onlara bakarken kadının toplumdaki dönüşümüne ve ilerleyişine, ailedeki rolleri ve kendi vücutlarıyla kurdukları ilişkiye de tanıklık ediyorsunuz hala. Büyükannemin kadınlara duyduğu saygı gerçekten inanılmazdı. Onların büyüleyici görünmelerini sağlıyordu. Onun onayından geçen hiçbir görselin pasaklı, alelade olmasına imkan yoktu. Geriye dönüp baktığımızda onun, 'moda editörlüğü' mesleğini icat eden
kadın olduğunu görüyoruz; aynı zamanda lüks moda kavramından anladıklarımızı dönüştüren isimlerden biri olduğunu da.


Onun dehasının en iyi kanıtı seneler geçse, moda ve stil kodları değişse de, dokunuşunu taşıyan karelerin hiçbir zaman eski, demode olmamalarıdır.
Büyükannemin çocukluğuna dair anlatılan hikayeler hep bir parça klişe olmuştur, kız kardeşinin ondan daha güzel olduğu ve annesinin bu nedenle onu hep aşağılayıp dışladığı gibi şeyler. Bana sorarsanız, o dönemler başkaydı. Büyükannemin de şahane bir anne olduğunu düşünmüyorum, onun annesinin de öyle. O yıllarda ebeveynler ve çocukları arasında bir tür mesafe vardı. Ama babam ve amcama kıyasla büyükannemle çok daha iyi bir iletişim yakaladığım için kendimi şanslı hissediyorum.
Hepimize lakaplar takardı. Bunun en önemli nedenlerinden biri isim hafızasının pek iyi olmamasıydı. Eğer isminizin sonuna 'poo' eki geliyorsa, bu iltifat anlamına geliyordu. Mesela babamın adı Frederick'ti, ona Freekypoo diye seslenirdi. Küçükken lakabım Sasha olunca uzun zaman ailenin Sashi-poo'su oldum. 20 yaşına gelip ismim olan Alexander'ı kullanmaya başladığımda çok şaşırmıştı. Bir kez onu ofisinden aramıştım. Sekreteri ona 'Alexander' arıyor deyince beklediği kuaför onu arıyor sanmış.
Ve her şeyden önemlisi, ne istersem onu en muhteşem şekilde yapmam için beni sürekli teşvik etti. Evliliğimde, seyahatlerimde, dostluklarımda... Bir konuda beni onaylamadığını hatırladığım tek anı, sanırım New York'a taşınma planları yaptığımız zamanlara denk geliyor. 30 yaşında hayatımı orada kurmaya karar verdiğimde, daha doğrusu eşimle birlikte karar verdiğimizde kafamızda Sands Point veya Nassau County gibi şehirden uzak bir yere yerleşmek vardı. Bana, "Banliyö mü?" diye sorduğunu anımsıyorum. Mesajı almıştım. Biz de SoHo'da bir loft kiralaladık.

Avedon'un Bazaar'a çektiği ikonik kare, Vreeland'in estetik dehasının en başarılı örneklerinden biri.
Büyükannem ile çalıştığı modeller ve fotoğrafçıların davetli olduğu nice akşam yemeği partisinde bir araya geldiğimizi hatırlıyorum: David Bailey, Patrick Lichfield, Cecil Beaton gibi ilginç karakterler yaşamımızın bir parçasıydı. Lauren Bacall'ın hayranıydı. Onu Betty diye çağırdığını hatırlıyorum. Yaşamının son 10 yılını onunla omuz omuza geçirdi. Benzer yakınlıkta bir ilişkiyi bir de Jackie Kennedy ile kurmuştu. Ömür boyu devam eden, gerçek ve önemli bir dostluğu paylaştılar. Eşinin başkanlık kampanyası sürecinde Jackie'nin büyükannemi arayarak ne giymesi gerektiği konusunda ondan tavsiye istediğini hatırlıyorum.
Büyükannem dostlarını ağırlamak ve eğlenmek istediğinde daima kontrolün kendisinde olmasını, belirleyici kişi olmayı severdi. Yuvarlak masalara maksimum 10 kişi oturtur ve ilginç sohbetler başlatırdı. Elinde daima buzlu ve içinde bir parça limon kabuğunun olduğu bir votka bardağı olduğunu hatırlıyorum. Ve inanın bana, bunlardan çok fazla içebilirdi! Tüm yemek daveti süresince sigarasını bir an olsun söndürmezdi.

O, kadınlara büyüleyici görünmeleri için ilham veriyordu.
Müthiş müşkülpesent bir kadındı; öyle her şey kolay kolay içine sinmezdi. Her zaman peçetelerle eşleşen renkli bir masa örtüsü kullanır ve söz konusu örtü en ufak bir kırışıklık olmaması için masaya serildikten sonra da ütülenirdi. Eğer gümüş çatal bıçak takımları pırıl pırıl parlamazsa olmazdı. Ayrıca kokunun, evin bel kemiklerinden biri olduğuna inanır, bu nedenle de içeride her zaman buram buram tüten aromalı mumlar olurdu. Hatta iğnelerle yastıklarına da benzer kokular enjekte ederdi. Zaten yastıklara ayrı bir zaafı vardı. Eğer sırtınızda rahat olmanızı sağlayacak yeterince desteğiniz yoksa rahatsız ve mutsuz olacağınıza inanırdı. Etrafındakilerin dik oturmasına dair de bir takıntısı vardı. Beni saçlarımdan tutar ille de dik tutmaya çalışırdı. Bir anda boyum beş santimetre kadar uzardı! Bu saplantısını dans eğitimi almasına bağlardı; kendi duruşu ise kusursuz ve dimdikti. Moral bozucu şeylerden konuşmayı, kasveti ve karanlığı hiç sevmezdi. Yaşamının son iki senesinde kimseyi ama kimseyi görmek istemedi. Yine de evinde yemekli davetler verir, ama gelen misafirleri odasından görmez, kimseye kendini göstermezdi. Yattığı yerden salonu arar, onlara telefonla "Hoş
geldiniz" derdi. Bir kez bile odasından çıkıp kimseye kendini göstermedi. Kendi istediği gibi görünmediğini düşünüyor ve hatırlarda kalan imajı bozmamak için dışarı çıkmıyordu.
Bence 'disiplin', büyükannemi tanımlayan en güzel kelimelerden biri ve o kimsenin görmediği şeyleri görme konusunda ustaydı. Tam da bu nedenle Bazaar'ın sayfalarına dahil ettiği isimler daima kendilerine has bir zekaya, enerjiye sahip kişilerdi. Diana Vreeland gerçekten de birine bakar bakmaz ondaki yeteneği ve parlaması gereken niteliği görebiliyor ve bunda hiç yanılmıyordu. Bu neresinden bakarsanız bakın, muazzam bir hediye."




