Geçmişin İzleriyle Yeni Bir Dil Kurmak
MODA HABER

Geçmişin İzleriyle Yeni Bir Dil Kurmak

Tasarımcı İdil Diniz ve markası Anemoia, hiç yaşanmamış zamanlara duyulan özlemi; zanaatin, paylaşımın ve kolektif yaratımın dönüştürücü gücüyle bir tasarım diline çeviriyor.

GÜNCELLEME TARİHİ: 19 Kasım 2025

Röportaj: Melda Yüzbaşıoğlu

Fotoğraflar: Anemoia

Anemoia’nın kurucusu İdil Diniz, geçmişle bugün arasında görünmez bir köprü kuran tasarım yaklaşımını; zanaatin izlerine, el emeğinin ritmine ve nesiller arası kültür aktarımına dayandırıyor. Onun tasarım dünyasında geçmiş, romantik bir referans olmanın ötesinde; sorgulanan, çözümlenen ve bugünün ihtiyaçlarıyla yeniden anlam kazanan bir bilgi alanı. Vintage parçaların neden o şekilde inşa edildiğini analiz etmek, seramiğin malzeme diliyle büyümek ve giysilerin zaman içinde dönüşebilen yolculuğunu gözlemlemek, Anemoia’nın estetiğini oluşturan temel katmanlara dönüşüyor. Bu bakış açısıyla marka, sezonsuz bir yaratıcılık ortamı sunarken; koleksiyonlarını da her defasında dönüşmeye, öğrenmeye ve yeni karşılaşmalarla genişlemeye açık bir sürecin doğal sonucu olarak dünyaya bırakıyor.

Anemoia, adını “hiç yaşanmamış bir zamana duyulan özlem”den alıyor. Bu duygu sizin için ne ifade ediyor ve bu kavramdan bir marka doğmasına ne yol açtı?

Anemoia benim için aslında bir duygu değil, bir bakış açısı. Hiç yaşamadığın bir zamana özlem duyabilmek, geçmişle bugün arasında görünmez bir köprü kurmak… O köprüde hem merak var hem de koruma içgüdüsü. Benim tasarım yaklaşımım da hep buradan doğdu; geçmişteki ustalığa, kaybolma riski taşıyan zanaatlara duyulan saygı ve onları bugünün ritmine uyarlama isteği. Bu kavramdan bir marka doğmasının nedeni, geçmişin sadece romantik bir referans değil; aynı zamanda zengin bir bilgi kaynağı olduğuna inanmam. Anemoia, bu bilginin bugüne yeniden davet edilme şekli. El işçiliğini, ritüelleri, dokuları ve hikâyeleri “yeniden kullanılabilir” kılan bir tasarım dili kurmak istedim. Parçaları birer obje değil, duygu ve kültür taşıyan ögelere dönüştürmek istedim.

Markayı kurarken sizi en çok heyecanlandıran iki alanın vintage giyim ve seramik olduğunu söylüyorsunuz. Bu iki farklı disiplinin sizde nasıl birleştiğini anlatır mısınız?

Vintage ile seramik arasındaki bağı benim için kuran şey, ikisinin de tekillik taşıması. Vintage bir parçayı özel kılan, tekrar üretilememesi; seramikte ise her şeyin elde şekillenmesi ve bu yüzden hiçbir parçanın birebir aynı olmaması. Bu “one and only” hissi beni her zaman cezbeden şey oldu. Her iki alan da kusursuzluk yerine emeği, dokuyu ve hikâyeyi görünür kılıyor. Anemoia’nın çıkışında seramiği tercih etmem bu yüzden çok doğal hissettirdi. Bunun kişisel bir tarafı da vardı; seramik annem sayesinde çocukluğumdan beri hayatımda olan bir materyaldi ve yaratıcı dilimi en erken şekillendiren alanlardan biri oldu. Ama marka hiçbir zaman seramikle sınırlı olmadı. Benim için asıl konu, zanaatin kendisi. Gelecekte ahşap oyma, sedef işçiliği, örgü, cam üfleme ya da başka bir craft tekniği aynı doğal akış içinde koleksiyonlara dahil olabilir. Vintage ise bu zanaat merakını besleyen bir araştırma alanı; formların ve oranların neden ortaya çıktığını anlamama yardımcı oluyor. Anemoia tam da bu iki sürecin -araştırmak ve elde üretmek- kesişiminde büyüyor.

Seramikle çok küçük yaşta tanışmışsınız; hatta diğer çocuklar hamurla oynarken siz çamurla oynuyormuşsunuz. Bu erken temas, bugün tasarım yapış biçiminizi nasıl şekillendiriyor?

Erken yaşta çamurla uğraşmak, kusursuzluk arayışından çok “iz” ve “dokunmuşluk” değerini içselleştirmeme sebep oldu. Bugün Anemoia’nın estetiğinde gördüğümüz o sakinlik, el izi hissi ve hafif organiklik biraz da o çocukluk masasına dayanıyor. Kısacası, seramikle kurduğum o erken temas bana tasarımın bir sonuç değil, bir süreç olduğunu öğretti. Ve ben hâlâ her koleksiyona o süreç merakıyla başlıyorum.

Seramikte malzemenin neye izin verip neye vermediğini “zamanla öğrenmek” gerekir. Moda tasarımında da böyle bir malzeme dili olduğunu düşünüyor musunuz?

Ben modada da seramikteki gibi bir malzeme dili olduğuna inanıyorum; malzemeyle kurduğun ilişki zamanla şekilleniyor. Ama Anemoia’da beni asıl ilgilendiren kısım, bu ilişkinin tasarım sürecini nasıl dönüştürdüğü. Anemoia’da tasarım, malzemenin söylediğine göre sürekli yeniden şekil alan bir süreç. İlk çizim sadece bir başlangıç; malzemeyle çalışmaya başladığında fikir değişebiliyor, form dönüşebiliyor, yeni çözümler ortaya çıkabiliyor. Ben bu esnekliği markanın kimliğinin önemli bir parçası olarak görüyorum. Bazen malzeme doğal bir yol öneriyor, bazen de hiç planlamadığım bir problem tasarımı başka bir yöne taşıyor. Anemoia’nın tasarım dili tam da buradan doğuyor: malzemeye kulak veren ama gerektiğinde onun sınırlarını zorlamayı da seven bir yaklaşım. Kısacası Anemoia’da malzeme sadece bir araç değil; tasarımı şekillendiren, yönlendiren ve her koleksiyona kendi karakterini veren bir partner. Bu yüzden Anemoia’nın her koleksiyonu farklı bir enerji taşıyor. Çünkü süreç bize her seferinde yeni bir şey öğretiyor.

Vintage parçalara olan ilginizde “zamansızlık” kavramı öne çıkıyor. Sizin için bir parçayı zamansız yapan şey nedir?

Benim için bir parçayı zamansız yapan şey, dönemsel bir trende değil, bir duruşa sahip olması. Zamansızlık; sadelik, doğru oranlar ve malzemenin dürüstlüğü üzerinden ortaya çıkıyor.Anemoia’da zamansızlığı, geçmişten ilham alarak ama geçmişi tekrar etmeden kurmaya çalışıyorum. Bir parçanın bugün de, yıllar sonra da anlamını koruyabilmesi için abartıdan uzak, net ve uzun ömürlü bir tasarım dili tercih ediyorum. Vintage ilgimi besliyor ama Anemoia’da zamansızlık, vintage estetiği yeniden yaratmak değil; parçanın kendi başına sessiz, güçlü ve kalıcı bir duruş taşıması.

Bazı giysilerin hayatımızdan çıkıp yıllar sonra geri dönmesine dair merakınız var. Bu döngüselliği nasıl yorumluyorsunuz ve bu merak tasarımlarınıza nasıl yansıyor?

Döngüsellik bana şunu hatırlatıyor: Bir parça sabit değildir; kullanıcıyla, zamanla ve bedenle birlikte yeniden şekillenir. Bu yüzden Anemoia tasarımlarında çok keskin bir final çizgisi yok. Daha açık, daha nefes alan, yıllar sonra bile yeni bir bağlamda anlam kazanabilecek formlar tercih ediyorum. Kısacası, geçmişte kaybolmuş bir parçanın yeniden geri dönebilmesi, tasarımın doğrusal değil, katmanlı bir yolculuk olduğunu gösteriyor. Ben de tasarımlarımı bu yolculuğa açık olacak şekilde kuruyorum.

Aynı parçanın farklı dönemlerde farklı şekillerde kullanılması sizi cezbediyor. Siz tasarım yaparken çoklu kullanım ihtimalini nasıl kurguluyorsunuz?

Aynı parçanın farklı dönemlerde farklı şekillerde kullanılabilmesi beni etkiliyor çünkü bu, giysinin ömrünü kullanıcıyla birlikte yeniden yazabilmesi demek. Anemoia’da çoklu kullanımı bir “fonksiyon” değil, bir olasılık alanı olarak görüyorum. Bir parçanın tek bir kullanım biçimi olmasını istemem. Onun farklı bedenlerde, ruh hâllerinde ve zamanlarda değişebilmesini önemsiyorum. Bu da çoğu zaman küçük ama etkili kararlarla oluyor: Hareket alanı bırakan kesimler, birden fazla şekilde bağlanabilen detaylar, kullanıcıya kendi yorumunu katabileceği açıklık… Bence çoklu kullanım bir sürdürülebilirlik tartışmasından önce, parçanın daha uzun yaşamasını sağlayan kişisel bir yaklaşım. Parça ne kadar çok ihtimale uyumlanıyorsa, o kadar anlam kazanıyor.

Koleksiyonlarınızın kendi içlerinde “sonsuz kombin imkânı” sunmasını önemsediğinizi söylüyorsunuz. Bu yaklaşımın arkasındaki düşünce nedir?

 “Sonsuz kombin” fikri benim için tasarımdan önce bir paylaşım kültürüne dayanıyor. Çocukluğumda kız kardeşimle annemin dolabında kaybolmak, aynı parçayı farklı şekillerde yorumlamak bizim küçük iletişim biçimimizdi. O paylaşma hâli bugün hâlâ tasarıma bakışımı belirleyen şeylerden biri. Bu yüzden Anemoia, kendi içinde “dressed as a shared experience” fikrini taşıyor. Parçaların tek bir kullanıcı ya da tek bir stile değil; farklı hayatlara, farklı ruh hâllerine ve farklı dönemlere uyumlanabilmesini önemsiyoruz. Bir giysinin çoklu yoruma açık olması, onun zaman içinde paylaşılarak yaşamaya devam etmesini sağlıyor. Ayrıca yaratıcı insanların bir araya gelip kendi süreçlerini paylaştığı alanlardan çok etkileniyorum. Bu nedenle Anemoia’yı yalnızca bir giysi markası olarak değil; farklı disiplinlerden üreticilerin birbirini besleyebileceği bir platform olarak kurguluyoruz.

Anemoia’yı yalnızca bir marka değil, yaratıcı insanların buluştuğu bir topluluk olarak kurguluyorsunuz. Bu topluluğun sizde karşılık bulduğu hayal nedir?

Benim için yaratım süreci her zaman kolektif bir şeydi. Farklı bakışların bir araya gelmesi tasarımı daha zengin kılıyor. Çocukken dolaplarda parçaları birbirimize göstermemiz neyse, bugün o paylaşım hâlinin daha geniş bir toplulukta karşılık bulmasını hayal ediyorum. Bu topluluğun bende karşılık bulduğu hayal; insanların kendi yaratıcı süreçlerini, fikirlerini veya objelerini birbirine açabildiği bir ekosistem yaratmak. Birlikte üretilen şey sadece ürün değil; bir diyalog, bir merak ve bir paylaşım kültürü. Farklı disiplinlerden insanların bir araya gelip birbirini tamamlaması, benim için en besleyici alanlardan biri. Anemoia’nın açık ve yumuşak dünyasında bu karşılaşmaların organik şekilde büyümesini hayal ediyorum.

Etkinlikler ve buluşmalar aracılığıyla markaya dışarıdan bakış açıları eklemeyi amaçlıyorsunuz. Bu etkileşimler Anemoia’nın gelecekteki üretimlerine nasıl yön verecek?

Etkinlikler ve buluşmalar benim için sadece markayı anlatmak değil; Anemoia’nın kendini yeniden duyması anlamına geliyor. Dışarıdan gelen her bakış ve yorum tasarım sürecine çok doğal bir şekilde yön veriyor. Bu etkileşimler bize iki şey sağlıyor: Yavaşlama ve genişleme. Yavaşlama; çünkü birinin bir parçaya nasıl dokunduğunu görmek tasarımı daha sezgisel kılıyor. Genişleme; çünkü hiç düşünmediğimiz bir form, malzeme veya iş birliği fikrine kapı açabiliyor. Ayrıca Anemoia geleneksel moda ritmini takip eden bir marka olmak istemiyor. Sezon takvimlerine göre üretmek yerine bir parça hazır olduğunda, doğru yerine oturduğunda dünyaya açmayı tercih ediyoruz. Bu sezonsuz yapı toplulukla kurduğumuz diyaloglarla besleniyor. Yeni koleksiyonlarda eski parçaların farklı şekillerde yeniden giyilebilmesini sağlayan formlar kurgulamamız da bu yaklaşımın bir parçası. Parçalar birbirleriyle konuşan, birbirini tamamlayan, kullanıcıya alan açan bir sistem hâline geliyor.

Her koleksiyonla “dönüşen” bir marka hayal ediyorsunuz. Bu dönüşüm fikri sizin için neden önemli?

Her koleksiyonla dönüşen bir marka fikri beni heyecanlandırıyor çünkü tasarımın kendisi zaten hareketli bir süreç. Yeni bir malzeme, yeni bir soru ya da yeni bir ihtiyaç belirdiğinde bunun tasarıma yansımasını doğal buluyorum. Ben tasarımın sabit kalmasını değil, öğrendikçe genişlemesini önemsiyorum. Bir önceki koleksiyonun keşifleri, toplulukla kurulan diyaloglar veya süreç içinde karşılaşılan problemler tasarımın yönünü değiştirebiliyor. Bu yönleri takip etmek markanın kendi ritmini bulmasını sağlıyor. Dönüşüm Anemoia’nın kimliğinin bir parçası; tasarımın kendi iç ritmine alan açıyor.

Geçmişin bugünü şekillendirdiğine inanıyorsunuz. Bu düşünceyi Anemoia’nın tasarım dilinde nasıl somutlaştırıyorsunuz?

Hiçbir form, hiçbir teknik ve hiçbir silüet aslında “nedenini” bilmeden ortaya çıkmıyor. Hepsinin arkasında bir ihtiyaç, bir alışkanlık, bir kültür veya bir çözüm arayışı var. Anemoia’da bu geçmiş bilgisini romantize etmek yerine tasarımın başlangıç noktası olarak kullanıyorum. Vintage parçaları incelerken onların neden o şekilde tasarlandığını anlamaya çalışıyorum. Oranlar, hareket payı, dikiş detayları, malzeme… Bu analiz bugünün ihtiyaçlarıyla birleşince yeni bir forma dönüşüyor. Yani geçmiş benim için bir referans değil; bir okuma yöntemi. Geçmişi analiz etmeyi biraz da bir kültürü anlamak için onun bıraktığı izlere bakmaya benzetiyorum. Bir tarihçi değilim ama eski kıyafetlere bakarken döneme dair küçük ipuçları görüyorum. Bu ipuçlarını bugünün yaşamıyla birleştirip daha güncel ve işlevsel bir dile çevirmeyi önemsiyorum. Hatta ileride küçük bir “giysi sözlüğü” hazırlamak isterim. Her kıyafet türünün neden ortaya çıktığını, zaman içinde neye dönüştüğünü ve hangi ihtiyacı karşıladığını anlatan bir arşiv gibi.