Mrs. Prada ile filtresiz sohbet
MODA

Mrs. Prada ile filtresiz sohbet

Fondazione Prada’nın Torre adlı yeni sanat alanı, marka ardındaki muhteşem kadının bir yansıması. Torre, Prada’nın avangart ruhuna paralel olarak asi bir kişisel koleksiyona ev sahipliği yapıyor. İşte, tüm dünyada büyük saygı gören moda tasarımcısı Miucci

GÜNCELLEME TARİHİ: 25 Aralık 2018

Fotoğraf Brigitte Lacombe

Güneşli bir yaz sabahı Fondazione Prada'da açılan Torre'yi ziyaret ediyorum ve aynı gün Miuccia Prada ile buluşmaya hazırlanıyorum. Milano'nun aydınlık mavi gökyüzü ile Torre'nin beyaz, el değmemiş duvarları muhteşem bir kontrast yaratarak gözüme daha da görkemli görünüyor. Alman mimar Rem Koolhaas tarafından tasarlanan 60 metre yüksekliğindeki Torre, Fondazione Prada'nın yapıları arasında ışıklar saçan bir heykeli anımsatıyor.

Torre'yi ilk defa bundan altı ay önce, Şubat ayında binanın dördüncü katında gerçekleşen Prada defilesinde ziyaret etme fırsatım olmuştu. O dönem henüz tamamlanmayan yapı, bende bir tehlike hissi uyandırmıştı; siyah aynalı zemini bir çeşit boşluk duygusu yaratıyor, devasa pencerelerden görünen şehrin gökyüzü, maymun ve dinazor gibi neondan Prada sembolleriyle aydınlanıyordu. Bir drone ile filme alınan defile, bir sanat performansına şahitlik ettiğimiz hissi uyandırıyordu. Kıyafetler ise 'baştan çıkarıcı' olarak tanımlanamazlardı; kauçuk botlar, f lorasan efekte sahip kumaşlar, üzerlerine kimlik kartlarının iliştirildiği, tül kaplı üniforma benzeri elbiseleriyle modeller, daha ziyade distopik bir bilimkurgu filmindeki karakterleri andırıyorlardı.


Milano'da Nisan ayında açılan ve Rem Koolhaas tarafından tasarlanan Torre binası

Defile oldukça ilgi çekici, hatta şaşırtıcıydı. 40 yıl önce ailenin aksesuar işine dahil olan Miuccia Prada için provokasyon, bir nevi imza niteliğinde. 1913 yılında Milano'da markayı kuran Miuccia'nın büyükbabası Mario Prada, o dönem İtalyan elitler için lüks deri üretimi yapan başarılı bir imalatçıydı. Mario'nun vefatı ardından kızı Luisa (Miuccia'nın annesi) ve sonrasında Miuccia (şirket ve sektördeki herkes için 'Bayan Prada') işi devraldı. O zamanlar Miuccia'nın iş dünyasında bir girişimci olarak görülmemesinin iki nedeni vardı; Milano Üniversitesi'nin Siyasi Bilimler Bölümü'nde doktora yapmıştı, İtalyan Komünist Partisi'nin eski bir üyesiydi ve meşhur Piccolo Tiyatrosu'nda senelerce pantomim sanatçısı olarak eğitim almış ve performanslar sergilemişti. Prada'nın ilk büyük başarısı 1985 yılında tasarladığı siyah naylon sırt çantaları ile başladı. Üç sene sonra eşi ve iş ortağı Patrizio Bertelli'nin teşvikiyle, ilk kadın giyim koleksiyonunu tanıttı. 1988 yılında bir defileyle taçlandırdığı bu koleksiyonu 'imkanları nispeten kısıtlı olan çalışan kıyafetleri' diye tanımladı. İşte, o günlerden beri Miuccia Prada dünyada en ilgi gören ve hayranlık duyulan tasarımcılardan biri, yaratıcı ideolojisine sadık milyarder bir iş kadını ve aynı zamanda orijinal, öngörülmez ve eşsiz nitelikteki işleri taklit edilmesi imkansız bir yaratıcı.

Miuccia Prada ve eşinin sanat koleksiyonuna ev sahipliği yapan Fondazione Prada'da geçirdiğim sabahın ardından kendisiyle buluşma vakti geldiğinde, hem heyecan hem de tedirginlikle doluyum. Nadiren röportaj vermeyi kabul eden Miuccia ile görüşmek için aylardır uğraşıyordum. Modanın esrarengiz bir karakteri olan Miuccia Prada, efsanevi bir isim. Eğer konuşma esnasında sıkılırsa, birden ofisine 'kayarak' kaçabileceği söylenir. Bu kaydırak, sanatçı arkadaşı Carsten Höller tarafından, stüdyosundan dış alandaki bahçeye varan bir spiral şeklinde tasarlanmış.


Carsten Höller'e ait 'Upside Down Mushroom Room', 2000.

Röportaj için buluştuğumuzda masasında, yüzünde bir gülümsemeyle oturan Miuccia'nın ela rengi gözleri dikkatle ışıldıyordu. Üzerinde kendi tasarladığı bir parça vardı; diz boyundaki mavi etek karakterindeki zarafeti ve kışkırtıcılığı vurguluyordu. Şubat ayındaki defilede gördüğüm, yorumdan geçmiş Prada logosu yakasında parlıyordu ve, kelimelerle ifade edemeyeceğim bir şekilde, kurumsal değil isyankar bir görüntü vermekteydi kendisine.

Torre'nin gün ışığında yarattığı görsel etki üzerine konuşmaya başlıyoruz. "İnşa süreci uzun ve zorluydu" diyor, ancak yabani otların bürüdüğü terk edilmiş demiryolu manzaralı yapının, inşaat sürecindeki çıkan zorluklara rağmen sonucundan memnun olduğunu da ekliyor. "Şu an gerçekten çok güzel, bu haliyle kusursuz. Doğal alanın bozulma riski beni endişelendirmişti. İnşaat sürecinde bir bahçeyi bozmak, ev inşaatına oranla daha kolaydır. Çünkü kötü de olsa bir evi yine kullanabilirsiniz, ancak kötü bahçeler... İşte, onlara tahammülüm yok!" diyor ve gülüyor.

Tartışılmaz bir gerçek var ki, o da Fondazione Prada'nın, dolayısıyla sanat eserleri ve artık Torre'nin de Miuccia Prada için büyük değer taşıdığı. Bir dahi becerisiyle, birbiriyle diyalog içinde kurgulanan farklı eserler ve sergilerde bu gözlemlenebiliyor. Aslına bakarsanız Torre, Bayan Prada'nın bir portresi gibi. Bu fikrimi onunla paylaştığımda tereddütsüz başını sallayarak katılıyor ve "Tabii, burası çok kişisel." diyerek teyit ediyor.


Prada Sonbahar/Kış 2018 defilesi

Torre aynı zamanda, anlaşılması zor olan bu sıra dışı tasarımcıyı tanımaya ve anlamaya olanak sağlayan ipuçlarıyla dolu bir yapı. Dokuz kattan en üsttekinde, birbirine bağlı Carsten Höller'e ait iki enstalasyon bulunuyor; karanlık bir geçidi andıran Gantenbein Corridor v e diğer u cundaki Upside Down Mushroom Room. İlki, yön duygusuyla bulandırırken, tavandan sarkan ve baş aşağı duran bir grup dev mantardan oluşan ikincisi oyuncu bir tavırla halüsinasyon etkisi yaratıyor. Höller'in enstalasyonları yanında, sergi alanını ince mavi bir çizgiyle bölen John Baldessari'nin Blue Line adlı çalışması yer alıyor. Ardından Holbein'in hiper-gerçekçi üsluptaki The Body of the Dead Christ in the Tomb tablosuna ait siyah-beyaz fotoğraf lar karşınıza çıkıyor. Odada aynı zamanda sanat eserini ziyaret eden izleyicileri 60 saniyelik bir sarkma ile videoya alan bir kamera, kendilerini bu ölüm temalı eseri nasıl inceledikeri diğer bir ekranda yansıtılıyor.


Mona Hatoum'a ait 'Remains of the Day', 2017.

Tüm bu kışkırtıcı detaylar bize Miuccia Prada'nın Katolik bir ailede yetiştirildiğini ve, aile işine girmeden önce, 1960'larda bir ergenken nasıl gelenekselliğe başkaldırdığını hatırlatıyor. Ancak bu konular sohbetimiz sırasında kendisinde dikkate değer bir tepkiye yol açmıyor. Şubat ayındaki defilenin gerçekleştiği dördüncü katın özellikle dikkatimi çektiğinden bahsettiğimde yüzü aydınlanıyor; "Benim de en sevdiğim, favori kat bu." diyor. Dördüncü katın bir tarafında Mona Hatoum'un üç çalışmasına yer veriliyor; çelikten iğnelerle kaplı, güzel ama bir o kadar tehlikleli bir zemin çalışması olan Pin Carpet, sandalye kolçakları bıçak kadar keskin olan Untitled (Wheelchair) adlı tekerlikli sandalye yorumu ve son olarak, bir yangın ya da bir bomba saldırısı sonucunda felakete uğramış duran ev mobilyalarından oluşan koleksiyon Remains of the Day. Eserlerin sahibi Hatoum, Beyrut'ta, Filistinli bir aileye doğmuş ve 1970'li yılların ortasında Londra'ya taşınmış. Sanatçının tanıdık olanı esrarengiz kılma yeteneği, dördüncü katın diğer bir ucunda yer alan, sanat camiasında kısaca Kienholz olarak tanınan çift, Edward Kienholz ve Nancy Reddin Kienholz'a bağlı enstelasyonda da dikkat çekiyor. Volksempfängers serisine ait olan bu çalışma serisi, Nazi propagandası olarak Joseph Goebbels tarafından ürettirilen radyo alıcılarından oluşuyor ve Hitler'in konuşmalarını yayınlamak yerine, Alman milliyetçi yönüyle tanınan Alman besteci Wagner'in eserlerini çalıyorlar.


Edward Kienholz ve Nancy Reddin Kienholz'un eseri 'Notung'.

Zıtlıkları bir arada sunan galeri akla pek çok soru getiriyor. Aslında bu durumun bir açıdan Miuccia Prada'nın özellikle kadın özgürlüğüne dair fikirlerine de yansıyor. "Özgürlükten mahrum olma problemine karşı güçlü duygular besliyorum" diyor Prada ve ekliyor: "Her yerde rejimler var. Ve sanatçılar bu rejimlere bir tepki olarak üretiyorlar. Ancak bizim sergilerimiz şu soruyu da akla getiriyor, 'Şu anda benim yaşadığım iç çatışma nedir?'. Ben de bu soruya sanat aracılığıyla yanıt bulmaya çalışıyorum."

Uzun yıllardır pek çok defilesine katıldığım Bayan Prada, kendisi ve diğer kadınlara ait çelişkilerini sorgulamaya asla son vermeyecek gibi duruyor. Bir tasarımcı olarak Miuccia kendine bir sanatçı rolü biçilmesine karşı çıkıyor. Torre'de işleri sergilenen Jeff Koons veya Damien Hirst'ten daha yaratıcı ve cüretkar olduğunu söylediğimde, "Yaratıcılık gerektiren bir iş yaptığım tartışılmaz bir gerçek. Ancak benimki en nihayetinde ticari bir meslek ben bir sanatçı kadar özgür değilim. Tabii ki mesleğimi kendim seçtim ve işimi yapmaktan son derece mutluyum. Fakat sanatçılar bir eseri fikri için yaratmalı ve onlar için bu yeterli olmalı" diye durumu açıklığa kavuşturuyor.

Bayan Prada sık sık özgürlük konusunu açıyor ve bağımsızlık ile para arasında çelişkili bir ilişki olduğunu kabul ediyor. Fondazione Prada'da sahip olduğu özerk rolün maddi anlamda hür olmasına bağlı olduğunu dile getiriyor. "Kendi kazandığım parayı Fondazione Prada'ya verebilirim. Ve bunun için kimseden para istememe gerek kalmaz. Bu nedenle büyük bir özgürlüğe sahibim. Başka birinden para istediğiniz sürece özgür olamazsınız. Tanıştığım kadınlara tek bir nasihatim olur, 'Eğer hayatta tek bir şey yapacaksanız, bu kendi paranızı kazanmak olsun.' Aksi takdirde nasıl özgür olabilirsiniz? Bu konu gençliğimden beri aklımda yer etmiştir. Erken yaşlarımda şunu fark ettim; annem ancak onun beğendiği bir şeyi yaparsam bana para verirdi, aksini yaparsam da vermezdi..."

Bayan Prada ayrıca şu gerçeklikle de barıştığını söylüyor; global anlamda başarıya ulaşan bir moda markası, barındırdığı ticari zorunluluklar sebebiyle sanatsal özgürlüğe sahip değildir. "Defileler tamamen özgürlüğe açık, geri kalan şeyler ise değil. Zor olan bir konu var ki, kendi şirketim olsa dahi pek çok insanla beraber çalışıyorum ve büyük sorumluluklarım var. Herkes işine değer göstererek çalışırken, 'Umurumda değil!' diyemezsiniz. Binlerce insanın maaşından sorumlu olduğum için tüm bunlar benim için önemli."

Sanat ve ticarete dair bu çelişkilere rağmen, politik inançları ve tasarımcı kimliği arasında da içsel bir mücadele yaşadığını söylüyor; "İşimin çok önem taşıdığını hissetmiyorum. İşimi seviyorum ama dünyadaki en faydalı iş olduğunu da düşünmüyorum. Doktorların veya politikacıların daha yüce mesleklere sahip oldukları ortada. Bu biraz karışık bir mesele, dolayısıyla hiç konuşmasam daha iyi. Modayla uğraşıyorsam, modaya dair şeyler yaparım, çünkü politikayı modaya karıştırmak zordur. Ben fantezilerimi modaya aktarırım, politik görüşlerimi ise dolaylı yollarla ifade ederim. Resmi şekilde politik bir duruş sergilemeyi reddediyorum."

Modanın kültürel önemine ilişkin büyük iddiaların olduğu bir endüstride, büyük saygı gören bir tasarımcı olarak onu işi hakkındaki bu düşüncelerini paylaşması çok şaşırtıcı. Komünist geçmişi ve Katolik eğitim aldığı çocukluk yılları, onda bir çeşit suçluluk duygusunun doğuşuna sebep olmuş olabilir. Koleksiyonlarının bu denli ilginç olmasının bununla alakalı olup olmadığını soruyorum ve şu cevabı alıyorum; "Bu büyük bir çelişki. 70'lerde bir feminist olduğunuzu ve bu işi yaptığınızı hayal edebiliyor musunuz? Bu mesleği çok seviyorum ama problem biraz da bundan kaynaklanıyor; neden bu işi seçmek zorundaydım? Politika okudum, çok farklı şeyler yapabilirdim fakat güzelliğe karşı da hayranlık besliyorum. İşte, asıl gerçek bu."

Meydan okuyan bir tonla konuşuyordu, sanki güzellikten keyif alıyor olması, kariyeri boyunca çirkinlik konseptini ele alışı kadar şok edici. 70'li yıllarda feminizm ve komünizm inancına sahip bir annenin kızı olarak, Bayan Prada'nın duygularını anlıyorum. Hazzı reddetme arzusunun, başka bir zamana ait bir politik görüş ile ilişkilendirebileceğini ve bunun da güzel kıyafetlerden keyif almamakla sonuçlanabileceğini ona söylüyorum. Bunu biraz Katolik inançtaki kendini cezalandırma felsefesine benzetince ise, "Kesinlikle!" diyerek sözlerime katılıyor.

Fakat artık bunları aştığımız bir dönemde olduğumuzu söyleyince, Bayan Prada tereddüt ediyor. "İşimi takdir ediyor ve saygı duyuyorum çünkü bu meslek aracılığıyla çok ilginç şeyler yapabiliyor ve dünyanın gerçek yüzüne tanıklık ediyorum. Değer verdiğim faaliyetler çin para kazanıp, Fondazione Prada'yı destekliyorum. Ve bu iş aracılığıyla sergilerin gerçekleşmesine katkıda bulunabildiğim için gurur duyuyorum. Ayrıca işimde başarılı olma zorunluluğu hissediyorum çünkü biliyorum ki eğer başarıya sahipseniz çok daha fazla saygı görürsünüz."

Moda endüstrisinde bu denli dürüst sözler duymak ender. Bu düşüncemi kendisiyle paylaşıyorum; "Dürüst olmak için çok çaba gösteriyorum, bu doğru." diyerek fikrime katılıyor. Samimiyetini tasarımlarına da yansıttığını ve bu sebeple bazı çağdaş sanatçılar gibi değerli işler çıkardığını düşünüyorum. Sonra Andy Warhol'un sanat tanımı hakkındaki "Para kazanmak sanattır ve çalışmak da bu sanatın bir parçasıdır, iyi bir işe sahip olmak ise sanatın en iyi halidir." sözünü ona hatırlatıyorum.

"Onu beğenmiyorum. Aslında derin bir ahlak duygusu taşıyorum. Bu sebeple de fikirlerim daha farklı. Fakat asıl problemim, hayatımda büyük bir tezatlığın var olması. Elimdeki aracıları kullanarak politik bir duruş sergiliyorum ve işimde elimden gelenin en iyisini yapmaya gayret ediyorum. Fondazione Prada sayesinde görüş açımı genişletebiliyorum. Siyasi sanat ilgimi gittikçe daha da çekiyor. Ancak kendimi zorlamanın, belki de daha fazla konuşmanın bir yolunu bulmalıyım. Ama bu çok zor, çünkü kendime karşı katı bir tutumum var. Özellikle de ne söyleyip söyleyemeyeceğim konusunda..."

"Bu içinizdeki Katolik ve komünist ruhtan olsa gerek" dediğimde, minimalist ofisine bir göz atıyor ve sonra şöyle, "Biliyorum, fakat şuna da inanıyorum; asla rol yapamazsınız ve ikiyüzlü olamazsınız... Nasıl inandırıcı olabilirim?"

Sorusuna önemli olanın denemek olduğu, benim için bir dergi çıkarmak neyse, onun için koleksiyon hazırlamak olduğu yanıtını veriyorum. "Bir sonuca ulaşmanız gerekmiyor, önemli olan bu süreçte yaşanılan yolculuk."

"Arkadaşça sohbet ettik" diyor. Bu söz Miuccia Prada'nın değer verdiği sanatçılar ve sevdiklerine ne denli iyi bir dost olduğunu algılıyorum.