Babanın Tuvalinde Dünya
Sanat, tarih, kimlik ve babalık üzerine çok katmanlı bir yolculuğa çıkıyoruz.
GÜNCELLEME TARİHİ: 5 Kasım 2025
Yazar: Ayşe Sarıoğlu
Fotoğraflar: Ayşe Sarıoğlu

Dakar ile Cenevre, atölye ile ev, gelenek ile gelecek arasında gidip gelen bir sanatçının hikâyesine hoş geldiniz. Bu röportaj, yalnızca tuval üzerindeki renklerin değil, kimliğin, tarihin, babalığın ve direnişin iç içe geçtiği katmanlı bir anlatıya kulak veriyor. Beş çocuk babası bir sanatçı, sanatla dünyayı okuma ve dönüştürme çabasını samimi ve şiirsel bir dille paylaşıyor. Onun için sanat bir direniş biçimi, bir hafıza mekânı ve bir kültürel aktarım yolu; kimi zaman çocuklarına bir pusula, kimi zaman dünyaya bir ayna.

Zamanla Yarışmak: İlham mı Baskı mı?
Sanatçının yaratım süreci, sezgi ile baskı arasındaki bir dans gibi; tuvalin “bittiği an” için kesin bir kural yok, sadece bir his, sadece bir denge. “Galeriler bu kadar kısa sürede çalışmamı sevmez ama zaman baskısı altında çalışmak bana kontrolü bırakma gücü veriyor. Fazla zaman, eseri fazlaca ‘düzenli’ yapar. O zaman da ruhu kaybolur.” Zaman baskısı onun için bir engel değil, aksine yaratıcı kaosun ta kendisi ve bu da eserin ruhunu daha özgür kılıyor.
Kültürel Sınırlar ve Sanatsal Kökler
Dakar ve Cenevre arasında yaşamak, sanatçının bakış açısını hem açmış hem de bölmüş; artık tek bir yere ait hissetmiyor çünkü hem Senegal’de hem Avrupa’da yaşayıp bunlara dışarıdan da bakabiliyor. “Bir tablo gibi düşün: Yakından bakınca detayları, uzaktan bakınca bütünü görürsün. İkisi de anlamlı. Aynı anda hem içinde hem dışında olabilmek önemli.” Bu uzaklık ve yakınlık, Afrika’yı ve Batı’yı bir arada okumasını, geçmişi anlamasını ve geleceği tahayyül etmesini sağlıyor.

Tarihin Gölgesi: Kolonyalizmi Resmetmek
Kolonyal geçmiş, kölelik, ata mirası gibi temalar, eserlerinde sıkça yer buluyor. Bu acılarla yüzleşmek, onun için sadece politik değil, aynı zamanda terapötik. “Konuşamıyorsan iyileşemezsin. Derine ittiğin her şey çürür. Geçmişle yüzleşmek, geleceğe kapı açmaktır.” Bu yüzden onun sanatında tarih hem bir yara hem bir iyileşme alanı olarak var.
Doğanın Tanıklığı
Eserlerinde doğa, yalnızca arka plan değil, bir karakter gibi; çoğu zaman siyasi figürlerle gerilim içinde. “İnsan doğadan ayrı değil. Hepimiz suyun bir parçasıyız. Tabii ki doğa büyük, biz küçük. Bunu unutuyoruz.” Doğa, onun görsel evreninde bazen sığınak, bazen tanık, bazen de direnişin dili oluyor.
Baba Olmak: Sanatla Büyüyen Bir Aile
Sanatçının beş çocuğu var ve bu durum sanatıyla birebir ilişkili; çocuklar, onun sanatını anlamaya başladıkça, o da onların dünyasını daha derinden görüyor. “Baba olmak bir seçim değil, bir sorumluluk. Denge kurmak kolay değil ama başka çare yok.” Sanatıyla dünyayı anlatırken, aynı zamanda çocuklarına da bu dünyayı miras bırakıyor.
Yeni Kuşağın Hikâye Anlatıcıları
Sanatçı, çocuklarının sanatla ilgilenmesini seviyor ama onları sanatçı olmaları için zorlamıyor. “Sanat zor bir yol. Eğer biri bu yolu seçecekse, önce nedenini bilmeli. Sadece ‘güzel’ diye sanat yapılmaz. İçinde derin bir karar olmalı.” Yine de çocuklarının müzikle, çizimle, dille bağ kurmasını heyecanla gözlemliyor ve onların kendi yollarını çizmelerine destek veriyor.
Sanatın Mesajı: Açıklamak mı, Anlamaya Açmak mı?
Sanatı ne çok açıklayıcı ne de tamamen gizemli; yönlendirici ama dayatıcı değil, izleyiciye alan tanıyor. “Tablolarıma hep başlık koyarım. Bu izleyicinin anlayışı için bir pencere açar ama gerisini onlar tamamlamalı.” Onun için sanat hem paylaşım hem karşılaşma alanı.
Aktarım: Adlar, Anılar, Anlamlar
Çocuklarına verdikleri isimler bile onun için bir aktarım şekli; ataların isimlerini taşıyor çocukları ama onlara tek bir kimlik dayatmıyor. “Ben sadece aktarıcıyım. Bilgiyi veririm ama ne yapacaklarına onlar karar verir.” Onun için geçmiş sadece miras değil, aynı zamanda bir sıçrama tahtası. Bu röportaj, sanatla şekillenen bir yaşamın sadece dışa değil, içe de bakan gözlerini bize açıyor ve bize soruyor:

AS: Sizin tuvalinizde dünya neye benziyor?
OB: Eserleriniz genellikle siyah bir zeminle başlıyor; bu zemin üzerinde canlı renkler ve karmaşık biçimler ortaya çıkıyor. Siyah, sizin için sadece kompozisyonel bir temel mi, yoksa hafızanın, yokluğun ya da başlangıcın ağırlığını da mı taşıyor?
OB: Siyahın kullanımı tesadüf değildir, süsleme amaçlı da değildir. Belirli bir hedef vardır: tarih boyunca o renge yüklenen anlamı sarsmak ve o renkten başlayıp onun üzerine inşa ederek güzelliğini ortaya çıkarmak. Renklerde gerçekten sevdiğim bir şey var. Boya dükkânına gittiğimde adeta bir şekerci dükkânına girmiş bir çocuk gibi hissediyorum. Tüm renkler göz kamaştırıyor, hepsini almak istiyorum. Her şey harika görünüyor bana. Evet, renkleri seviyorum ama rengin amacını daha çok seviyorum. Stüdyoya döndüğümde bambaşka bir düşünme şekli devreye giriyor. O dükkân bağlamından çıktığımda, renkler birden anlam kazanmaya başlıyor ve bazılarını kullanmak konusunda tereddüt ediyorum. Resimlerim ne kadar renkli görünse de, aslında her tabloda genellikle sadece iki ya da üç renk kullanıyorum. O renkler, o anki resimde sembolik bir anlam kazanıyor. Renklerin yerleşimi benim için çok önemli. Mesela, yeşili asla yerde kullanmıyorum; ancak bitki gibi bir yeşillik söz konusuysa istisna yapıyorum. Benim için yeşilin yeri zemin değil. Yani renk, sadece bir renk değil. Her biri yerini ve anlamını bulmak zorunda.

AS: Dalgalı mukavva, tuval, duvar gibi alışılmadık yüzeyler seçiyorsunuz. Malzemeler mi fikrin önüne geçiyor, yoksa fikir mi malzemeyi çağırıyor?
OB: Malzemelerle ilgili iki önemli ayrım vardır: başlangıçtaki yüzey ve kullanılan ortam (medium). Yüzey, fikirden önce gelir; karton, tuval veya başka bir yüzey seçimiyle başlarım. Boyama sürecinin ilerleyen aşamalarında malzemeler ve araçlar, fikirle birlikte hareket eder. Böylece konu üzerinde çalışırken ve hangi malzeme ile ortamın uygun olduğunu seçerken karşılıklı bir ilişki oluşur.

AS: Sürecinizde hem fırça darbelerini hem de ellerinizin doğrudan izlerini görebiliyoruz. Bu iki işaretleme yöntemi arasında duygusal veya kavramsal olarak nasıl bir fark var?
OB: Araç her zaman elin bir uzantısıdır. Elleri veya parmaklarıyla yaratamayacağım herhangi bir şeyi fırça gerçekleştirebilir. Ancak bu iki şey kesinlikle ayrı değildir; araç hâlâ onun bir uzantısıdır. Bununla birlikte, her resmin üzerine kendimden bir parça bırakmak ve ellerimi mümkün olduğunca kullanmak benim için önemlidir. Bu nedenle eserimi imzalamam. Ellerimin izleri benim imzam gibi işlev görür çünkü doğrudan kendimin izini taşır.

AS: Malzemeleri genellikle çevrenizden temin ediyor ve yaratıcı bir şekilde yeniden kullanıyorsunuz. Günlük çevreniz, eserlerinizin dokusunu ve ritmini nasıl şekillendiriyor?
OB: Çalışmalarımı malzemelerin dikte etmesi doğru değildir. Kısıtlamalarla çalışmayı sevmem ve kendimi yalnızca boya gibi “soylu” malzemelerle sınırlamanın kısıtlama olduğunu düşünürüm. Çevremden malzemeler kullanmak benim için hem doğal hem de genişletici bir yöntemdir; kısıtlamaları ortadan kaldırır ve aynı zamanda çevremdeki ortamın ve kaynaklarımın daha farkında olmama yardımcı olur.
AS: Resimlerinde figüratif ile soyut arasında kusursuz bir geçiş var. Soyut ve figüratif unsurlar birlikte mi var oluyor? Bu iki görsel dil, pratiğinde bir gerilim mi yaratıyor yoksa uyum mu?
OB: Gerilim var, evet—ama onu kullanmıyorum. Benim için soyut ve figüratif, bir tartışma yaratmak için değil, bir şarkı yaratmak için var. Figür, resme girerken bir karşıtlık değil; bir melodi katıyor. Resim, soyutla figüratifin birlikte söylediği bir şarkıya dönüşüyor. Kariyerime Afrika’da, Senegal’de başladığımda yaptığım tüm resimler soyuttu. Figüratif unsurları ancak Avrupa’ya geldiğimde dâhil etmeye başladım. Bu, yeni bir izleyici kitlesiyle diyalog kurma yöntemimdi. Zamanla figüratif öğeler eserlerimde daha fazla yer almaya başladı ve bu ikilik hâlâ kendime sorduğum bir soru.

AS: Peki, yüzeye kat kat boya uygularken, yeni bir katman bir öncekini bastırır mı? Yoksa geçmişle bir uzlaşma gibi mi görüyorsun bunu?
OB: Aslında bu bir uzlaşma. Çoğu zaman renkleri üst üste bindirerek duygusal bir etki yaratıyorum. Her kat altındakini tamamen örtmez; bir şeffaflık vardır. Nadiren, bir rengi değiştirmek veya kırmak için ekliyorum. Ama çoğunlukla katmanları bilinçli bir şekilde seçiyorum; bir illüzyon yaratmak, görsel etki oluşturmak için. Örneğin resimlerimde sıkça gördüğünüz tüy efektini, sadece belli renkleri üst üste getirerek yaratıyorum. Katmanlar birbirine karşı değil, birlikte çalışıyor; yeni bir şey doğuruyor.

AS: Eserlerinin çoğu çerçeveyi reddediyor, yüzeyin dışına taşıyor, hatta duvarlara kadar yayılıyor. Bu sınırı aşma hali senin için bir özgürleşme mi, yoksa bir sorumluluk mu?
OB: Bu bir sorumluluk. Kompozisyonun özü, yaratımın özgürlüğüyle ilgili bir arayış. O an, parça yüzeyin sınırlarını aşıyorsa, bu bilinçli bir hesaplamayla yapılmaz. Önemli olan, taşan parçanın hâlâ eserin bir parçası olup olmadığıdır. Formatı değil, fikri kontrol etmek önemlidir. Çünkü yarın o taşan parçayla yeniden bir bağ kurabilir, hikâyeyi oradan devam ettirebilirim.
AS: Eserlerinde çok yoğun, mikroskobik dünyalar var. İzleyeni içine çekiyor, yakına davet ediyor ve kalmaya zorluyor. Bu görsel yoğunluk, dikkati yönlendirme amacı mı taşıyor yoksa izleyiciyle daha derin bir ilişki kurma isteği mi?
OB: Evet, birçok doku, küçük detay ve tekrar eden ögeler var. İzleyici, tüm kompozisyonu görmek için adım geri atarken, aynı zamanda yakına gelip incelemek zorunda kalıyor. Hem makro hem mikroskobik gözle bakmalı. Böylece izleyici resimle daha çok vakit geçiriyor; adeta detaylarla bir dans başlıyor. Başarabiliyorsam, izleyiciyle o içsel, özel ilişki kurulmuş oluyor.

AS: Teknik olarak eserlerin çok karmaşık, ama aynı zamanda içgüdüsel de görünüyor. Sence bir sanatçı ne zaman kontrolü bırakıp sezgilerine teslim olmalı?
OB: Evet, karmaşık bir sembolizm var ama aynı zamanda sezgiyle de hareket ediyorum. Bu dışsal bir referansla alakalı değil. Bilmiyorum… Her şeyi kendi içimden geldiği gibi yapıyorum. Bir noktadan sonra artık ekleyemem. Çünkü bu işin de bir dozu var. Mükemmel ana geliyorum—ama bu sadece bir an. Ve o anda… sanki resim benden çıkıyor. Nedenini bilmiyorum, ama çok şey yaptığım zamanlarda bile bu oluyor.
Bazen sadece yaratmak için yaratıyorum. Ama sonunda karar—benim değil—bir his tarafından geliyor. Ve o karar çok zamanımı almıyor. Karar, hızlı geliyor. Çünkü fazlası, fazla olur. Ve o sınırı çok iyi hissediyorum. Ben baskı altında iken bu sistem çok iyi çalışıyor. Galeriyle çalışırken bazen bu durum sorun yaratabiliyor. Ama ben zaman baskısı altında çalışmayı seviyorum. Sergi için uzun zaman verilse bile, son dakikada çalışmayı tercih ediyorum. Çünkü bu baskı, kontrolü bırakmamı sağlıyor. Eğer fazla zaman olursa, kontrol fazla kaçırıyor ve ortaya çıkan işler fazla “düzenli”, fazla “kontrollü” oluyor, ruhu kayboluyor. Ve o zaman bu işler özel olmuyor. Yüzeysel oluyor, gelişmiyor. Bu nedenle zaman faktörü, kontrolü bırakma sürecimde çok önemli.
AS: Eserlerinde ata mirasından gelen semboller ile çağdaş imgeleri harmanlıyorsun. Afrika ve Avrupa, geçmiş ve şimdi arasında köprüler kuruyorsun. Peki kendini farklı medeniyetler arasında hikâyeler anlatan bir anlatıcı olarak mı görüyorsun, yoksa doğrusal tarih fikrini bozan bir kişi olarak mı?
OB: Yaratım süreci… tarihi gücün dışında tutmakla ilgili. Benim için geçmişi yapan insanlar… bana ait olmayan bir geçmiş. Ama gelecek için hazırlık yapmak, bugünü anlamak istiyorsam o geçmişe dönmem gerekiyor. O yüzden geçmişin sistemini yeniden yaratamam. Ama… Geçmiş—bugün için önemli mi, değil mi? Evet, önemli. Hedefim, tarihin ağırlığından kendimi ayırmak. Bu yüzden eserlerimde hem atalara dayanan semboller hem de çağdaş figürler var. Çünkü bu iki alan zaten iç içe. Geleceğe dair bir mesaj üretmek istiyorsan, geçmişi iyi anlaman ve ondan faydalanman şart.

AS: Sen Dakar ve Cenevre arasında yaşayan birisin. Tam anlamıyla çok farklı kültürel ve politik iklimlerde yol alıyorsun. Peki bu ikilik senin “yuva” kavramını nasıl şekillendirdi? Yani Dakar ve Cenevre arasındaki kültürel farklar… Bunlar senin kendini ait hissettiğin yer fikrini etkiledi mi?
OB: Evet, evet… Bence bu fark çok şey değiştiriyor. Dakar’da bir şey hissediyorum, Cenevre’de başka. Trafik bile, sokaktaki akış bile bir şeyleri değiştiriyor. Bana bazı şeyleri tekrar gösteriyor. Afrika’nın yönü, Avrupa’ya giden yolculuk… Tüm bunlar bana mesafeyi fark ettiriyor. Bir şeyleri dışarıdan görebilmek gibi. Film gibi: Hem içindesin hem dışındasın.
Evet, seyahat etmeye başladığımda ve iki yer arasında yaşamaya başladığımda şunu fark ediyorum: Artık bir “ev”im olmadığını hissediyorum. Dakar’da uzun zaman kalınca Cenevre’ye dönme isteğim doğuyor çünkü orası da bana ev gibi geliyor. Ama Cenevre’deyken de birkaç ay sonra Dakar’a dönme ihtiyacı hissediyorum. Şimdi buna New York da eklendi. Ancak asıl önemli olan şu: Bu iki kültürü ve iki coğrafyayı deneyimleme şansı, Afrika’yı ve özellikle Senegal’i daha iyi anlamamı sağladı. Çünkü geriye çekilip, dışarıdan bakabiliyorum. Ve aynı şekilde Avrupa’ya da… dünyaya da. Bu tıpkı bir tabloya bakmak gibi: Yakından baktığında detayları görüyorsun. Uzaklaştığında bütünü fark ediyorsun. İkisi de gerekli ve ikisi de farklı bir bakış kazandırır. O yüzden artık benim için bu iki bakış açısı çok kıymetli.

AS: Sömürgeciliğin bıraktığı miras ve bu konular etrafında çoğu zaman süren sessizlik… Tüm çalışmalarının içinde yankılanıyor. Sanat senin için bir yüzleşme mi, yoksa bir iyileşme biçimi mi?
OB: Bence… Kolonileşmeden, köle ticaretinden bahsetmek… Bunlar hep tabu konular oldu. Afrika’da da Fransa’da da bu böyle. Ama bu tabuları yıkmak, konuşmak… iyileşmenin yolu bu. Susmak, geçmişi yerin altına gömmekle bir yere varamıyoruz. Konuşabildiğimizde, iyileşebiliyoruz.
AS: Evet. Konuşabiliyorsan, iyileşebilirsin. Konuşamazsan, o acıyı derinlere gömersin ve hiçbir şey işlemez. Hiçbir şey değişmez. Peki senin gözünde sanat: Bir yere ait olma hissini derinleştirmek için bir araç mı? Yoksa kimlikleri, sınırları, tanımları tamamen aşmak için mi var?
OB: Sanat, benim için, kendi kültürümü anlamamın bir yolu oldu — bu kültüre ait olma hissini derinleştirmekten ziyade, o aidiyeti anlamlandırma biçimi. Ama aynı zamanda, sanat sayesinde birçok ülkeyi gezdim, farklı kültürlerle tanıştım. Sanat, ülkeler arasındaki sınırları ve kültürel duvarları aşmamın bir yolu hâline geldi. Gastronomiyle, dille, seyahatle, iletişimle farklı halklara ve yaşam tarzlarına yaklaştım. Şimdi İngilizce öğreniyorum, başka dillerde kendimi ifade etmenin yollarını arıyorum. Sanat bana bu kanatları verdi: sınırları aşmak, insanlara yaklaşmak, dünyayı keşfetmek için.

AS: Kesinlikle. Bugün gençlerin çoğu kendilerine örnek alabilecekleri referanslar arıyor. Bir sanatçıyı örnek almak istiyorlar, özellikle kendi içinden çıktıkları topluluklardan birini. Senin gibi biri… Toplumuna yakın duran, sadece sanatla ilgilenen değil, onun içinden gelen biri. Bu çok önemli. Çünkü birçok genç, bu yolculuğa başlamadan önce kendilerini hazırlayacak kaynağa ya da fırsata sahip değil.
OB: Kesinlikle öyle. Sanat benim için sadece bir kişisel ifade biçimi değil, aynı zamanda kültürümün dışarıdan nasıl algılandığını dönüştürme gücü. Bugün, kendi topluluğumda gençlerin gözünde bir referansa dönüşmüş durumdayım. Çünkü sanatla geçimimi sağlayabiliyorum, hayatımı bundan kazanıyorum. Bu da başlı başına bir mesaj: “Sanatla da yaşanabilir. Sanat bir yol olabilir.” Topluluğuma geri dönmek, onlarla vakit geçirmek, bu mesajı paylaşmak benim için çok önemli. Birlik duygusunu güçlendirmek, ilham olmak ve başkalarına da dünyayı başka bir gözle görmeleri için ilham vermek istiyorum.
AS: Evet, aynı fikirdeyim. Peki… Doğayı eserlerinde yalnızca bir “mekân” olarak değil, çok daha büyük, neredeyse ezici bir güç olarak görüyoruz. Bazen politik figürlerle karşı karşıya gelen bir kuvvet gibi. Sana göre doğa nedir? Bir tanık mı, bir sığınak mı, yoksa bir direniş biçimi mi?
OB: Doğa, tablolarımda sadece bir arka plan değil, daha fazlası. Güçlü bir varlık, bir enerji. Benim için bu, bir kaçış noktası mı, yoksa politik bir duruş mu? Doğa, benim çalışmalarımda asla yalnızca “bir manzara” değil. Her zaman orada ama çoğu zaman küçük detaylar halinde. Sessiz ama vazgeçilmez bir varlık gibi. Çünkü benim için doğa, insandan ayrı düşünülemez. Doğa, bizim ana rahmimiz, yani kaynak noktamız. Zaten insan vücudunun %90’ı sudan oluşuyor — bu bile bizim doğadan ayrılamayacağımızın kanıtı. İnsanla doğayı ayırmak onun dünyasında anlamsız. Bu yüzden eserlerimde doğa büyük yer kaplıyor çünkü gerçek yaşamda da öyle. Doğa, insanın üzerindeki bir güç. Ve benim tablolarımda insan figürü de, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, bu büyük doğa içinde küçük bir nokta sadece.

AS: Bu karakterlerin hikâyelerini sen mi anlatmak istiyorsun, yoksa bu hikâyelerin yoruma açık olmasını mı tercih ediyorsun? Yani izleyici, karakterlerin anlamını belirlemede nasıl bir rol oynuyor?
OB: Aslında bu noktada izleyicinin düşünme gücü devreye giriyor. Yani bir şey ortaya koyduğumda, o artık izleyicinin hayal gücüne kalıyor. İzleyici kendi anlam dünyasını resme yansıtıyor. Ben sadece bir yön belirtiyorum, ama o yön sonsuz şekilde dallanabilir. Yani küçük bir interaktif alan yaratıyorum aslında. İzleyicinin hayal gücüne açık bir alan. Sanat eserlerimde izleyiciyle mümkün olduğunca ortak bir anlam yaratmak için rehberlik eden unsurlar koyuyorum. Mesela, yaptığım tüm işler başlıklarla geliyor ve bu başlıklar tamamen bilinçli bir şekilde seçiliyor. Bu başlıklar, izleyicinin resme bakarken anlatıyı daha iyi anlamasını sağlıyor. Ayrıca tabloların içindeki küçük detaylar da bu amaca hizmet ediyor. Yani izleyiciyle ortak bir anlayış kurma çabam var. Ama aynı zamanda bu yönlendirici unsurların yanında yorum için alan da bırakıyorum. Yani izleyici, bu rehberliği aldıktan sonra kendi yorumunu üzerine katabiliyor. Sanatla etkileşim kurması mümkün hale geliyor.
AS: Senin beş çocuğun var, değil mi? Çok tatlılar. Açılışta vakit geçirme fırsatını buldum. Senin görsel dilinde atalar ve kültürel miras çok derin yer tutuyor. Peki bu değerler, çocuklarına aktarmak istediğin şeylerin merkezinde mi?
OB: Evet. Atalar resimlerimde yer alıyor. Ama bazen insan neyi aktaracağını bile tam olarak bilemiyor. Çocuklara doğru şeyleri aktarmak çok önemli. Bizimle birlikte taşıdığımız geçmişle her zaman bağlantı içinde değiliz. Bir aktarıcı olmalıyız. Bir tür bayrak yarışı gibi. Biz bir platform kuruyoruz. Ve neden olmasın? Yani ben bilgi aktarıcısı olduğumu düşünüyorum. Geçmişten gelen bilgileri bir sonraki nesle iletmek benim görevim. Örneğin çocuklarımın isimleri — hepsi ya atalarımın isimleri ya da aileden gelen isimler. Bu da geçmişle her zaman bir bağlantı olduğu anlamına geliyor. Ve bunu çocuklarıma aktarıyorum. Ama çocuklarımın gelecekte kendi kararlarını vermelerini ve bu mirası nasıl yorumlayacaklarını kendilerinin görmelerini arzu ederim. Yani geçmişi aktarmak, onların kimliğini sınırlamak değil. Bilgiyi veriyorum ama yorum çocuklara ait olacak. Bu aktarımın amacı, onların geçmişi anlayarak geleceğe yürüyebilmeleri.

AS: Bir baba olarak, yaratım sürecinin yalnızlığı ve yoğunluğuyla aile hayatının talepleri ve sevinçleri arasında nasıl denge kuruyorsun?
OB: Bu bir denge işi. Bazen diyorum ki: “Tamam, şimdi yaratım zamanı.” Ama sonra dışardan bir polis arabası geçiyor ya da çocuk ağlıyor. Ve diyorsun ki: “Bu da hayat.” Bu, sorumlulukların paylaşılmasıyla ilgili. İnsani bir bakış açısı gerekiyor. İşte bu yüzden denge kaçınılmaz. Eğer sadece bir çocuğunuz varsa, denge kurmak daha kolay olabilir. Ama beş çocuğunuz varsa — ki benim öyle — bu büyük bir sorumluluk. Baba olmak demek, eğitime katkıda bulunmak demek. Çocuklara karşı sorumluluk taşımak, onların yanında olmak demek. Bu dengeyi kurmak elbette kolay değil. Ama bu bir seçim meselesi değil. “Yapabilir miyim, yapamaz mıyım?” diye düşünmüyorum. Çünkü ben bir babayım. Bu benim görevim. İlerleyebilmemin tek yolu iş ve aile arasında bu dengeyi kurmak. Ve elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Bu benim için her zaman öncelikli bir hedef.

AS: Çocukların da tıpkı senin gibi Afrika ve Avrupa arasında büyüyorlar. Bu iki kültür arasında büyümeleri, onların kimlik ve aidiyet duygusunu nasıl etkiliyor sence?
OB: Aynı kültürel etkiyi onlar da yaşıyorlar. Ama bu etki her çocukta farklı bir şekilde ortaya çıkıyor. Bazıları kendini daha Avrupalı hissediyor, bazıları daha Afrikalı. Bu, onların kendi deneyimlerinden ve yaşamlarından şekilleniyor. Şu anda çocuklar iki kültür arasında büyümüyorlar çünkü hâlâ Senegal’deler ve yalnızca orada büyüyorlar. Yani ebeveynleri olarak, onları nerede büyüteceğimize dair o kararı henüz vermedik. Şu anki amaç, çocukların eğitimlerini tamamlaması. Ama bir yandan da onları geleceğe hazırlıyoruz — belki ileride seyahat etmeleri, yurt dışına gitmeleri için bir zemin hazırlıyoruz. Mesela çocuklar kısa süre önce buradaydı, hâlâ buradalar. Onları New York’a getirme fikri, babalarının ne yaptığını görmeleri içindi. Ve neden babalarının sık sık evde olmadığını anlayabilmeleri içindi. Bir sergi açılışında onu görmek, koleksiyonerlerle birlikte görmek, tablolarının önünde durduğunu görmek… Bunların hepsi, o dünyayı ve babalarının hayatını daha iyi anlamaları içindi. Ve bu aynı zamanda onların kendi geleceklerini de düşünmeleri için bir fırsat. İleride yurt dışında okumayı seçerler mi, Avrupa’ya giderler mi — şu an bu kararı vermediler. Ama bizler onlar için bir okul gibiyiz; onları bu ihtimallere hazırlıyoruz.
AS: Çocukların sanata karşı bir eğilim gösteriyor mu? Evinde yeni bir hikaye anlatıcılar neslinin uyanışını hissedebiliyor musun?
OB: Çocuklarımın sanatsal ifadeye bir yakınlığı var ve yeni bir yaratıcı neslin gelişmekte olduğunu hissediyorum. Bazı farklı programlar geliştirdim müzik için. Hayatlarında farklı düşünceler ve denemeler var. Evet, ben kil şekillendiriyorum. Kil insan. Bence onlar kararlı. Belirli bir yaratıcılık geliştiriyorlar ve… Bana göre bu… Sanatçı olmakla ilgili bir soru. Fransa’da bir sanatçıya sorarsan, yalnızlıkla dolu bir yol. Çocukların içinde bir topluluk yok, ama güzellik var. Deniz var. Çocuklarımı izliyorum. Ne olacaklarını görmek istiyorum. Örneğin, İran’da yaşayan oğlum keman çalıyor, müzisyen. Evdeki kızlarımdan biri de çizim yapmaya başladı, yaratıcı ifade ve sanatla ilgileniyor. Ama bana göre sanatçı olmak çok zor, benim seçtiğim bir yol, ama yalnızlık, zorluklar ve mücadelelerle dolu. Eğer çocuklarımdan biri sanatçı olmak isterse, ona birçok soru sorarım.
AS: Senin deneyimine göre, bir ebeveynin çocuğuna aktarabileceği en önemli değer nedir? Ve bu değer senin sanatında da kendini gösteriyor mu?
OB: Birden fazla değer var. Bunlardan biri açıklık: zihinsel ve kültürel açıklık. Bir diğeri ise sabır ve sebat: zorluklardan sonra güzellik gelir diyebilmek ve kendine inanıp devam etmek. Bu, sanatımda da var.

AS: Sanatın didaktik olmadan politik; suçlayıcı olmadan eleştirel. Mesaj ile gizem arasındaki dengeyi nasıl koruyorsunuz?
OB: Bir sanatçı olarak bir platforma ve sese sahip olmanın, inandığım fikirler için konuşmak ve katılmadığım şeylere karşı sesimi yükseltmek açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Politik olan, gerçek yaşamın bir parçasıdır; bu yüzden eserlerimin her zaman bir parçası olacaktır. Bunun hakkında konuşma gücüne sahip olduğumdan, konuşurum. İnsan ile hayvan ve doğa arasındaki ilişkiyi keşfetmek, güç dinamiklerini ve insanın çevresindeki doğaya ve hayvansal içgüdülerimize karşı küçüklüğünü incelemek araştırmak merakım. Bu, doğası gereği politik bir konudur. ihtimalin, sevincin, gücün kutlaması. Gözlemlemek ve hayat için… Geçmişle, topluluğun inşasıyla, kimliğin temsiliyle, yani siyasetin hayatın merkezinde olmasıyla ilgili.
AS: Sanatın iyileştirici bir gücü olduğuna inanıyor musunuz—kişisel, toplumsal veya tarihsel düzeyde?
OB: Sanat, kendinize sorular sormanın, kendinizi ve çevrenizdeki dünyayı daha derinlemesine anlamanın en iyi yoludur. Her türlü şüpheyle yüzleşmenin ve bunu öz keşif ve ifade yoluyla aşmanın çaresidir; bu yüzden evet, her durumda iyileştirici olabilir.
AS: Geleceğe dair umutlu musunuz? Ve sizce sanatçılar, bu kolektif hayalin şekillenmesinde ne rol oynayacak?
OB: İyimserlik, karamsarlık ve realizm arasında bir denge kurmak çok önemlidir. Bir yerde huzur varken, dünyanın başka yerlerinde kargaşa ve acı vardır. Bu nedenle yalnızca olumsuz ya da yalnızca olumlu olmak faydasızdır; hayatta olduğumuz için kendimizi şanslı hissetmeli ve çevremizdeki dünya hakkında sonuçlara varırken adım adım ilerlemelisiniz.
AS: Kapanışı nasıl özetlersiniz?
OB: Sanatçının eserlerine baktığınızda sadece renkler ya da figürler görmüyorsunuz. Bir babanın, bir evladın, bir yurtsuzun ve bir hafıza bekçisinin dünyaya bakışını görüyorsunuz. Onun tuvali bir harita değil, bir pusula. Sabit değil, hareketli. Tıpkı kendi hayatı gibi: Afrika ile Avrupa arasında, baba olmak ile sanatçı kalmak arasında, geçmişle gelecek arasında bir yolculuk.




