Masanın üstünde ne var?
Şu sıralar değişimin hızına yetişebilen birileri var mıdır? Değişimden etkilenmeyen birileri?
GÜNCELLEME TARİHİ: 14 Kasım 2011
Acaba diyorum; eskiden de her şey bu kadar hızlı değişiyordu da, ben mi çok gençtim, hiçbir şey anlamıyordum. Ya da tam tersi, hissedilen değişim hızının yaşla başla bir alakası olmayabilir de! Her ne olursa olsun, böyle bir durumu ilk kez yaşadığımı itiraf etmeliyim. Gündem göz açıp kapayıncaya kadar değişirken ne oluyor anlayamıyorum bile… Beynimin içinde binlerce ses, hepsi aynı anda konuşuyor. İyi, kötü, doğru, yanlış, bütün kavramlar birbirine karışmışken, felaketlerin üst üste gelmesi ile sınanıyormuş gibi hissediyorum. Ama sonunda herkes gibi bende de kaçınılmaz olarak kanıksama hali ortaya çıkıyor. Zaten başka bir davranış şeklini beklemek de abes olur. Çünkü ders kitaplarında da öğretildiği gibi biz insanlar her şarta, her duruma uyum sağlayabilme ve ne olursa olsun yaşama içgüdüsüyle hareket eden canlılarız. Düşünün, Kaddafi'nin linç edilme görüntüleri bizler için çok eskide kaldı, öyle değil mi? Oysa bu olayın üstünden bir ay bile geçmedi. Telefondan bu görüntüye bakıp 'Vaaauuuuuv' diye tepki veren Clinton'ın sevincini hatırlayanların sayısı ise eminim bir elin parmağını geçmez.
Terör oluyor, tweetler havada uçuşuyor… Ölen gencecik delikanlılar isimleri silinirken, 'şehitler' adı altında devasa bir grubun parçası haline geliyorlar. Halbuki 1 gün önce ismi Mustafa'ydı, Hüseyin'di, Ahmet'ti… Bu gençler kimliklerinin yanında, hayallerini, umutlarını ve geleceklerini bizim için kaybettiler. Bütün bunlar olurken biz ne yapıyoruz? Sadece kanıksıyoruz…
Deprem oluyor, tweetler havada uçuşuyor… Üstüne bir daha deprem oluyor, evlerine geri dönenler ölüyor, gazeteciler ölüyor, karda çadırda kaderine terk edilenler ölüyor, tweetler havada uçuşuyor ama yardımlar ulaşmıyor… Bizdeki keşmekeşe karşılık, erdemli Japon halkı sessizce Türk elçiliğine para bırakıp kaçıyor, küçük Japon çocuklar harçlıklarını birleştirip depremzedelere gönderiyor, gençlik marşını sanki Türk'müş gibi yürekten hep bir ağızdan söylüyorlar ve yardım için gelen Japon doktor Miyaziki de son depremde ölüyor… Bütün bunlar olurken biz ne yapıyoruz? Sadece kanıksıyoruz…Papandreu gidiyor, Berlusconi gidiyor, Tunus, Cezayir, Mısır, Libya, Arap ülkelerinin hepsi sırayla darmadağın oluyor, tweetler havada uçuşuyor, gemi kaçırılıyor, kaçıran öldürülüyor, parmaklıkların ardı dolup taşıyor, parmaklığın ardındakiler ölüyor, tweetler havada uçuşuyor, ama tweetlerin havada uçması yetmiyor, sosyal medya sadece antisosyal kişilik bozuklukları üretmeye yarıyor… Bütün bunlar olurken biz ne yapıyoruz? Sadece kanıksıyoruz…
İşte bu ahval ve şerait içinde dahi kanıksamak dışında yapacağımız bir şeyler olmalı? Ama bir gerçek var ki; bu kafa karışıklığında sağlıklı karar vermek çok zor. Ruhumuza iyi gelecek bir şey bulmalıyız? Zihnimizi sakinleştirebilecek bir şey? Sanırım bu şeyi en iyi ifade eden kelime 'settle down' olabilir. İngilizce durulmak, sakinleşmek, yerleşmek, çoluk çocuğa karışmak gibi çok sayıda anlamı olan bu kelimeyi ilk fark edişim, Cat Stevens'ın 'Father and Son' şarkısında baba oğluna nasihat verirken olmuştu. "Find a girl, setle down, If you want you can marry…" diyordu oğluna. Sonra Adele'in muhteşem şarkısı "Someone like you" da tekrar bir işaret gibi karşıma çıktı. Kimbra'nın 'Settle down' şarkısını da dinleyince, işte bu dedim, aradığım bu olmalı. Belki de şu sıralar hepimizin ihtiyacı olan, dev dalgalı okyanusta boğuşmaktansa, bir süreliğine de olsa durgun sularda kalmak ve o sularda sakinliği yaşayabilmek. Çünkü bütün gürültüleri, hatta kendini bile susturduğunda, iç sesini duymaya başlıyorsun.
Şimdi bir masa hayal et. Eski ahşap bir masa, üzeri kalın bir toz yığınıyla kaplı… O masaya yaklaşıp iki yanından ellerinle tuttuğunu düşün. Havada uçuşan tozdan nefes alman gittikçe zorlaşıyor. Neden buradayım diye düşünüyorsun. Bu tozlu masanın benimle ne alakası olabilir? Ama ellerin masaya yapıştı, oradan uzaklaşamıyorsun bir türlü. Peki bu durumda ne yapacaksın?
Ben masanın üstündeki tozu bütün gücümle üflüyorum. Tozlar sağa sola dağılırken antika masanın yüzeyi görünmeye başlıyor. Üflemeye devam ettikçe üstüne kazınmış olan şekli fark ediyorum. Bu benim yaşam haritam. Geçmişim ve geleceğim… Şu anın içinden haritaya bakınca artık kendi gerçek gündemimi görebiliyorum. Evet, benim gündemimde ikinci kitap var, sevdiğim ve seveceğim bütün iyi insanlar ve bilhassa onlar için, insanlık için umut ışığı yakmak var… Öyle huzur doluyum ki, sükunetin içinde ellerim hiç zorlanmadan, kendiliğinden masadan ayrılıyor. Çünkü artık nerede durduğumu ve bundan sonra ne yapmam gerektiğini görebiliyorum.
Peki sen? Sen hazır mısın?
Öyleyse sadece sessizliği dinle, duyacaksın...




