Bazaar 2025 Cannes Film Festivali Seçkisi
KÜLTÜR & SANAT

Bazaar 78. Cannes Film Festivali Seçkisi

78. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışacak 22 film içinden en merak ettiğimiz 5 filmi inceliyoruz.

GÜNCELLEME TARİHİ: 14 Mayıs 2025

Yazar: Ece Büyükçolpan

Kapak Fotoğrafı: Getty Images / Robert De Niro, Onursal Altın Palmiye Ödülü’nü almak üzere 78. Cannes Film Festivali sahnesinde.

 78. Cannes Film Festivali başladı. Bu yılın Altın Palmiye’si için yarışacak 22 uzun metrajlı film, festival boyunca izleyiciyle buluşacak. Sinemaseverlerin merak ve heyecanla izlemeyi beklediği filmlerin içinden, en merak ettiğimiz 5 filmi inceliyoruz.

Hafsia Herzi'nin kamera arkasına dönüşü, La Petite dernière ile, Richard Linklater’ın geriye doğru bir adım atıp Yeni Dalga'ya yönelerek 60 yıllık sinemayı yeniden ele alması, Lynne Ramsay'nin yeni, hırçın romantizmi, Wes Anderson’ın yeni aile yapısı, Julia Ducournau'nun yeni kahramanı ya da Ari Aster ve onun yeni kaosu... 78. Cannes Film Festivali’nde yarışan yapımlar geçmişin başarılarını kutlarken bir yandan da modern üslupla yoğrulmuş yeniliklerle dolgunlaşan bir atmosfer yaratıyor. Dünyanın dört bir yanından özen ve merakla seçilmiş 22 uzun metrajlı filmden oluşan eklektik seçki, sinematik yaratıcılığı gözler önüne seriyor. İşte Altın Palmiye için yarışan, en çok beklenen, 5 filmi içeren ama hiç de eksik olmayan bir liste.

Eddington (Yön. Ari Aster)

Ari Aster, korku türünde çektiği soğuk ve sarsıcı üç uzun metrajlı filmiyle, türün sınırlarını zorlayan bir yönetmen olarak sinemadaki yerini sağlamlaştırdı. Karakterlerinin insani yanlarını acımasızca soyup ortaya çıkaran Aster, onları adım adım bir felakete sürükleyerek izleyiciyi derin bir huzursuzluğun içine çeker.

Bu yıl ilk kez Cannes Film Festivali’nde yarışacak olan Amerikalı yönetmen, Eddington adlı modern bir western ile karşımıza çıkıyor. Film, sakinlerinin birbirleriyle çatışma içinde olduğu küçük bir kasabayı merkezine alıyor. Hikâye, 2020 yılına, küresel pandeminin ilk günlerine uzanıyor; ancak Aster’ın yorumuyla, asıl tehdit virüsten değil, bilgi kirliliğini körükleyen, manipülatif bir algoritmanın içinden yükseliyor.

Gerilim, Joaquin Phoenix’in hayat verdiği nevrotik bir şerif, Pedro Pascal’ın canlandırdığı her işe karışan bir belediye başkanı, Austin Butler’ın seslendirdiği mutlak gerçeklerin vaizi ve Emma Stone’un canlandırdığı, kocasından duygusal olarak kopmuş bir kadın etrafında giderek tırmanıyor. Eddington, hem çağdaş bir kâbus hem de dijital çağın paranoyalarına dair keskin bir alegori sunuyor.

Die My Love (Yön. Lynne Ramsay)

Son derece insani olan kırılganlık, Lynne Ramsay’nin kara mizahı ve keskin kurgusu sayesinde çok daha sindirilebilir bir hâl alıyor. Glasgow doğumlu yönetmen, We Need To Talk About Kevin ve A Beautiful Day gibi kaotik dramalarıyla eleştirmenlerin övgüsünü kazanmış; özellikle ikincisi, 2017 Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü ona kazandırmıştı. Ramsay şimdi, sinemaseverlerde hararetli tartışmalar yaratması muhtemel yeni filmiyle festivale geri dönüyor.

Aşkın deliliği mi, yoksa deliliğin aşkı mı? Bu iki kelime, birbirine tutkuyla dolanarak, akıl sağlığını yitirmiş genç bir annenin zihin dünyasındaki gelgitleri anlatıyor. Yönetmenin yeni başrolü, dengesini kaybetmiş bu kadına hayat veren Jennifer Lawrence. Lawrence, derinlikli, tutkulu ve bütünüyle kendini bırakmış bir performans sergiliyor. Hikâye, Amerika’nın kırsal bir bölgesinde geçiyor ve bu atmosfer, karakterin içsel fırtınasına güçlü bir zemin oluşturuyor.

Lawrence’ın ekran partneri Robert Pattinson, giderek çözülmeye başlayan bir evliliğin diğer yarısını canlandırıyor. Die My Love, zihnin en kuytu köşelerine işleyen, düşünceleri altüst edecek güçte bir film.

The Phoenician Scheme (Yön. Wes Anderson)

Wes Anderson, ailevi, dostane ve hatta hayvanlar arası ilişkileri geometrik bir düzenle anlatma konusundaki ustalığını yeni bir boyuta taşıyor. Her detayı milimetrik hassasiyetle kurgulayan, en kaotik anlarda bile tesadüfe yer bırakmayan bu görsel anlatım dehası, şimdi “ruhun yeni bir teoremini” sunmaya hazırlanıyor: The Phoenician Scheme.

Filmin başrolünde Benicio del Toro yer alıyor; Avrupa’nın en zengin adamlarından biri olan, silah ve havacılık sektöründe serbest çalışan bir figür, Zsa-zsa Korda’yı canlandırıyor: Altıncı uçak kazasından da sağ kurtulmuş olan bu eksantrik karakter, hayata karşı alışılmadık bir direnişin sembolü.

Zsa-zsa Korda’nın kızı rolündeyse, gerçek hayatta Kate Winslet’in kızı olan Mia Threapleton'ı izleyeceğiz. Sister Liesl adlı karakterle sinema kariyerine ilk adımını atan Threapleton, beyaz perdeye etkileyici bir giriş yapıyor. Kırmızı ruju ve kararlı duruşuyla dikkat çeken genç rahibe Liesl, babasının dev mirasını devralabilmek için onun hayatındaki en büyük projesini hayata geçirmek zorunda: The Phoenician Scheme.

The History of Sound (Yön. Oliver Hermanus)

Yaklaşık on beş yıl önce Olivier Hermanus, Beauty adlı filmiyle sinema dünyasında dikkatleri üzerine çekti. Kendini sevmekte zorlanan, ancak bir başkasına karşı yıkıcı ve saplantılı bir tutku geliştiren bir adamın portresini çizen bu filmden üç yıl önce ise Güney Afrikalı yönetmen, Vivre adlı yapımıyla kimlik arayışını farklı bir boyutta ele aldı. Film, yaşamının son altı ayını anlamlı kılmaya çalışan soğukkanlı bir İngiliz beyefendisinin giderek daha insani, daha kırılgan birine dönüşümünü anlatıyordu.

Hermanus, şimdi Cannes’a The History of Sound ile dönüyor. Film, Kentuckyli genç bir şarkıcı olan Lionel’ın (Paul Mescal) nostaljiyle yüklü bir yolculuğunu konu alıyor. Bu yolculuğun kalbinde, Lionel’ın 1917’de Boston Konservatuvarı’nda tanıştığı David (Josh O’Connor) ile yaşadığı unutulmaz anılar yer alıyor. Ancak savaşın sonunda David’in askere alınması, bu hassas ilişkinin kesintiye uğramasına neden olur. Lionel, müzik kariyerinde yükselirken, birlikte yaşadıkları duyguların şarkıya dönüşmüş anıları silinme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Valeur sentimentale (Yön. Joachim Trier)

Joachim Trier, 2021 yılında Cannes Film Festivali’nde on iki bölümden oluşan dokunaklı bir anlatıyla yer almıştı. Bu on iki bölümde Julie, otuzlarına yaklaşan bir kadının hayatındaki denge arayışını konu alıyordu. Hem izleyicilerden hem eleştirmenlerden büyük övgü toplayan filmin başrolündeki Renate Reinsve, bu performansıyla En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanarak adını uluslararası sinema sahnesine yazdırdı.

Bu kez, Reinsve ve Trier, yeniden daha bir araya gelerek duygusal sarsıntılarla örülü yeni bir hikâye anlatıyor: Valeur sentimentale. Filmde Reinsve, ünlü bir yönetmenin kızı olan Nora’yı canlandırıyor. Yıllar süren bir kopuşun ardından babası ona bir rol teklif ettiğinde, Nora bu teklife başlangıçta oldukça temkinli yaklaşır. Ancak rol, kısa süre sonra genç bir Hollywood yıldızına verildiğinde, baba-kız arasında bastırılmış tüm duygular ve eski yaralar yeniden gün yüzüne çıkar.