Haşmet Babaoğlu'yla Kültürün 7 Günü
Erdem Öztop
Haşmet Babaoğlu geçtiğimiz haftadan aklımızda kalan kültür-sanat olaylarını yorumladı.
Gazetemiz yazarı Haşmet Babaoğlu'yla her hafta dünyada ve Türkiye'de geride bıraktığımız haftaya dair yaşanan kültürel, sanatsal olayları yorumlamaya başlıyoruz. Evet, Haşmet Babaoğlu zaten bu konulara sık sık köşesinde yer veriyor. Burada biraz da o yazıların satır aralarına girmek asıl meselem. Ve tabii, köşe yazısına sığmayan konulara ekstra yer açmak. Bu sebeplerden yola çıkarak, Haşmet Babaoğlu'yla geçen haftaya dair konuşulan konulardan, Steve Jobs'ın ölümünü, Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da adlı son filmini, dünyaca ünlü yönetmen Woody Allen'ın yeni filmi Paris'te Gece Yarısı'nı, haftasonu başlayan Filmekimi'ni, Fazıl Say'ın yeni çıkışını/eleştirilerini ve Babaoğlu'nun okuduğu bir kitap; Gurmenin Son Yemeği üzerine konuştuk.
"STEVE JOBS HAYATI KOLAYLAŞTIRDI AMA…"
- Geçen hafta gündeme Apple'ın yaratıcısı Steve Jobs'un ölümü damgasını vurdu! Siz de konunun abartıldığını, baştan sona sentimental bir Steve Jobs portresi çizmenin ve onu yeni dünyanın "peygamberi" gibi göstermenin gülünç kaçtığını vurguladınız. Öyle ki, bir haber vereyim mi, belki okumuşsunuzdur, İzmir Amerikan Koleji'nde okulun yemek şefi Jobs anısına helva kavurdu, bir grup vatandaş da yine İzmir'de lokma döktürdü. Bu nasıl yorumlanmalı?
- Kurtlar Vadisi dizisindeki "Çakır" karakterinin gıyabında cenaze namazı kılmaktan daha iyi bir şey bu. Bir okulda Steve Jobs için helva kavruluyorsa ya da lokma dökülüyorsa burada hiç değilse Steve Jobs ne yapmış filan diye düşünürler. Ama en nihayetinde bulabilecekleri ellerindeki iPad'ler iPod'lar ve iPhone'lardan ibaret olacaktır. Steve Jobs konusunda yapılmış bu kadar şamatanın içinde gençleri bilime, bilgiye yönlendirecek bir şey var mı diye sorarsak, ne yazık ki yok! Ama merak ederler… Bu bile güzel bir şey aslına bakarsan. Beni ilgilendiren biraz da işin fazla abartılmış olması! Bu konuda bir de yazı yazdım. Steve Jobs bir dahidir. Hayatı kolaylaştırdı. Hayatı kolaylaştırmak onu "iyileştirmek" değildir. Hayatı iyileştirmemiz için barış ve adalet kahramanlarına ihtiyacımız var!
Haşmet Babaoğlu'yla Kültürün 7 Günü
- Sosyal medyada Steve Jobs övgüleri, Stanford Üniversitesi mezuniyetindeki konuşması herkesçe paylaşılırken, bir kısım da Jobs'un teknolojisi uğruna Çin'de çocukların küçük yaşta çalıştırılmasına vurgu yaptı! Buna ne diyorsunuz? Artık her başarının, her gelişimin böyle iki yüzü mü ya da kötü bir bedeli mi var?
- Bu sadece Steve Jobs meselesi değil. İçtiğin çaydan giydiğin ayakkabıya, giysiye kadar bu durum geçerli. Bir defa şu gerçeği görelim: Günümüz kapitalist düzeninde tükettiğimiz mallar güzel, çekici ve rahatlar. Tükettiğimiz yiyecek, içecek ve aletler bize keyif veriyor diye onların üretimindeki sömürü ortadan kalkmadı. Bunu bilelim. Ama şunu da yapmayalım: Bu işin arkasında bir sömürü var, o zaman bu aleti, yiyeceği tu kaka edelim. Hayır, bu çocukça oluyor! Kapitalizmle böyle bir savaş olmaz! Ortada bir sömürü varsa hep birlikte katılıyoruz bu düzene. Daha derin düşünmeliyiz...
- Steve Jobs'tan alarak konuyu… Michael Jackson'ın ölümünden sonra hatırlıyorum, Mardin'de mevlit okutulmuş, dualar okunmuştu. Halk olarak kimi dünya markalarını ve dünyaca ünlü yabancı isimleri çok çabuk yerelleştiriyoruz. Bunun nedeni ne olabilir?
- Bu durumun benzerlerini Uzak Doğu kültüründe; Japonya'da, Çin'de görüyoruz. Bu biraz çocuksu bir popüler kültüre tekabül ediyor. Evlilikten esinlenerek evcilik oyunu, doktorluktan esinlenerek doktorculuk oyunu çıkartan çocuklar gibi düşünmek bu. Kocaman adamların çocuksuluğu. Bu bir popüler kültür hastalığı tabii. Ne zaman yetişkin olacağız? Bilemiyorum… Steve Jobs'a hakikaten değer vereceksek bu çocukça olamaz! Hatta Steve Jobs konusundaki şamatayı ve onu peygamberleştirmeyi eleştirdiğim yazımdaki "Steve Jobs çok gaddar bir pazarlamacıydı" ifadesine Twitter'da genç bir halkla ilişkilerci karşı çıkarak, "Ürününü lovemark (sevilen, duygusal bağ kurulan marka) haline getirmek gaddarlık mı?" dedi.
Hayır, ürününü lovemark haline getirmek gaddarlık değil, ürününü nasıl lovemark yaptığı önemli burada! Maalesef günümüzde çok gaddar pazarlama (marketing) yollarından geçiyor bir ürünü lovemark yapmak. Bu birçok ürün için geçerli.
Haşmet Babaoğlu'yla Kültürün 7 Günü
"TAŞRA SIKINTISI DEYİMİ ARTIK TAŞRAYI ANLATMIYOR"
- Bu ilahlaştırma bir taraftan bıçak sırtı bir konu. Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi Bir Zamanlar Anadolu'da ile birlikte sanki Nuri Bilge Ceylan sinemasını da tanrısallık mertebesine çıkarma çabası var gibi! Biraz tedbirli mi olmalı, ne dersiniz?
- Nuri Bilge Ceylan'ın daha önceki filmleri haksız yere yerin dibine batırıldı. Bir Zamanlar Anadolu'da filminde Nuri Bilge Ceylan bir kademe daha üste çıktı, 'yalnız ve güzel ülkesinden' söz etti. Yani Nuri Bilge Ceylan'ın kendisi de ünlendi. Sadece ödüller alan bir sinemacı değil artık, kendisi de ünlü. Bu sebeplerden hareketle, şimdi Bir zamanlar Anadolu'da filmi birden bire ilgi görmeye, üzerine konuşulmaya başlandı. Fakat bu iyi bir şey! Çünkü farklı bir sinemanın, sinema dilinin çok daha geniş kesimler tarafından algılanmasını sağlayacak. Peki gerçek böyle mi? Vallahi, filmi izlediğimde salonda benden başka dört kişi daha vardı! Nihai hasılat raporlarını bekleyelim. Ama benim için çok güzel bir film. Ben asıl filmi medyada savunan ve eleştiren arkadaşları dert ettim.
- Hıncal Uluç, "2.5 saatlik estetik sıkıntı" dedi örneğin?
- Evet. Halbuki filmde sıkıcı hiçbir şey yoktu! Sıkıntı bence, Hıncal Uluç'un filmi ve Nuri Bilge Ceylan'ı algılama biçimindeydi. Fakat Uluç'a cevap olarak da Can Dündar ve pekçok yazar "Bir Zamanlar Anadolu'da, taşra sıkıntısını anlatıyor," dediler. Bu da çok, deyim yerindeyse, sıkıcı bir klişeye dönüştü! Birincisi, "taşra sıkıntısı" deyimi artık taşrayı anlatmıyor! Ve ayrıca taşra sanıldığı kadar sıkıntılı/sıkıcı bir yer değil. Bunu söyleyenler hakikaten artık taşradan geliyor olsalar bile taşrayı unutmuşlar! İkinci olarak, Bir Zamanlar Anadolu'da taşrada geçiyor ama taşralı bir hikaye anlatmıyor. Bana göre erkekleri çok iyi anlatan bir hikaye.
Haşmet Babaoğlu'yla Kültürün 7 Günü
Sinemaya girmişken… Woody Allen mitini sorgulayalım biraz da. Son filmi Paris'te Gece Yarısı'na dair, "Allen'ın nevrotik gevezeliği, işin tadını kaçırıyor," diyorsunuz. Bu ifadenizi biraz açın istiyorum…
- Paris'te Gece Yarısı için herkesin "Film çok mesaj veriyor" demesi bence iyi. Çünkü nostalji gerçekliğe dayanmasa da güzel bir şeydir. Sen 1920'leri beğenirsin, 1920'lerdeki birisi 1890'ları özler… Yani aslında nostalji dediğimiz, bizim kafamızda kurduğumuz bir hikaye. Woody Allen bu noktada güzel bir film ortaya koymuş. En parlak nostaljiler bile aslında gerçekliğe dayanmaz, onlar bizim hikayelerimizdir. Filmin güzel mesajı bu. Fakat o kadar nevrotik ve geveze ki, klâsik Woody Allen, herkes bu yüzden seviyor işte onu. Bense tam da bu yüzden sevmiyorum Woody Allen'ı! Beni bayılttı. Açık söyleyeyim: İçinden Hemingway, Cole Porter ve daha bir yığın insanın geçtiği bir filmde bu kadar dalgacılık sıkıyor!
- Bense Allen'ın özellikle Vicky Cristina Barcelona filmiyle birlikte bu filmde de Paris'i konu almasına, şehirlerin estetik portrelerine nefis vurgu yapmasına dikkat kesildim ilk anda. Bu duruma ne dersiniz?
- Woody Allen aslında istediği filmleri çekmek için bir tür turistik hizmet yapıyor. Fakat bu son filminde kullandığı Paris, Barcelona'daki kadar başarılı olur mu emin değilim. Paris'te Gece Yarısı'nda turistik olarak Paris çekiciliği yaratmaktan çok hakikaten 1920'lerin Paris'inin nostaljisini çok güçlendirmiş. Bugün herkes biliyor ki o Paris yok artık. Barcelona'da durum böyle değil. Bir de Woody Allen'ın kafası şuna takılı: Vicky Cristina Barcelona'da Amerikalı kızın kocasını gıcık bir tip olarak gösteriyordu; zengin, lüks tüketime odaklanmış ve muhafazakâr Amerikalı karakteri. Fakat bu gibi filmler galiba bu türden klişelendirmeyi kaldırmıyor artık! Yani o kadar karton oluyorlar ki… Son filmde de durum böyle. Tamam bu bir Woody Allen mizahı, tabii ki karton olacak diyorsak, ben bundan pek hazzetmiyorum. Sırıtıyor! Sen o filmin içine Hemingway'i, Dali'yi sokuyorsun, ama öte yandan kahramanımızın nişanlısı ve ailesi o kadar kartonlar ki!.. Tuhaf bir uyumsuzluk var.
Haşmet Babaoğlu'yla Kültürün 7 Günü
"FİLMEKİMİ İZMİR'E GELMİŞ BİLEN YOK! BÖYLE KÜLTÜRLÜLÜK OLMAZ!"
- Filmekimi başladı haftasonu. Takip etmeye de başladınız. Sizden öneri listesi almak yerine Filmekimi'nin izleyiciye ne kattığını konuşalım istiyorum...
- Filmekimi'ni İstanbul'da hayata kattığı hoşluk, güzellik ve enerji açısından çok seviyorum! Yıllar sonra İzmir, Bursa, Konya, Trabzon ve Diyarbakır'da da gösterimler olacak. Ben biletimi İzmir'den aldım. Bileti satan şirketin şubesi bir iddaa bayisiydi. Orada, "Napoli deplasmanda bu maçı alır abi" diye konuşanların arasında bir de film için birkaç kadın ve ben vardım. Kadınlardan birine, "Filmekimi İzmir'de nasıl olacak?" diye sordum, aldığım yanıt, "Vallahi sinema salonunda ben ve on kişi daha olur" şeklindeydi. Böyle bir acı tablo var! Ama ısrar edilmeli, inat edilmeli. İzmirliler de üç güncük gelen bu etkinliğe ilgi göstermeli! Biz kültürlüyüz ama Filmekimi İzmir'e gelmiş, umurumuzda değil, böyle kültürlülük olmaz!
"FAZIL SAY BAŞ ÖĞRETMEN GİBİ"
- Geçen hafta müzikte Fazıl Say, Orhan Gencebay'ı 3'üncü sınıf müzisyen olmakla Sezen Aksu'yu ise bir kompozisyon bölümü öğrencisinin ilk bilgilerine bile sahip olmamakla itham etti… Bu eleştirileri neresinden tutmalı?..
- Bu tartışmalar normal. Diyelim ki Fazıl Say saçmalar, ona cevap verenler ayrıca saçmalar. En büyük korkum ne biliyor musun: Klasik Batı Müziği Fazıl'ın bu çıkışları ve ona verilen cevaplar yüzünden dar bir alana sıkışıp kalacak! Klasik Batı Müziğiyle ilgilenen ya da ilgilenmek isteyen tanıdığım çok farklı çevrelerden insanlar var. Fazıl'ın bu çıkışları başladığından beri, bu insanlar neredeyse Klasik Batı Müziğinden soğumanın eşiğine geldi. Klasik Batı Müziği Türkiye'de varsa "sivil" bir pozisyona sahip değil. Yani Cumhuriyet'in ideolojik aygıtlarından biri haline gelmiş. İlkokulda ant içer, tarih dersinde resmi tarih okur gibi, Klasik Batı Müziği de devletin empoze ettiği bir müzik olup kalmış. Bunu bir türlü aşamamışız. Dolayısıyla ortada daha baştan bir "sivilleşememe" sorunu var. Fazıl ki bu müziğin popülerleşmesini belki de en çok isteyeceklerden birisi. Fakat kendi yaptığı müzik üzerinden siyasi bir tartışma yürütüyor. Bu tartışmayı siyasallaştırdıkça da Klasik Batı Müziğinin yayılma, sivilleşme ve hak ettiği değeri bulma imkanı ortadan kalkıyor. İşi özeti şu: Fazıl yeniden Köy Enstütülerinde köylüye zorla Mozart çaldırmaya çalışan baş öğretmene döndü. Köylü çocuk Mozart'ı çalamayınca da onu fırçalıyor! Ama Fazıl'a verilen cevaplar da komik!
Haşmet Babaoğlu'yla Kültürün 7 Günü
- Peki, Klasik Batı Müziği denince Türkiye'de neden sadece Fazıl Say'a odaklanır olduk?
- Fazıl için eğitiminden başlayıp kariyerine gelerek, konuşmaya hakkı olduğundan söz ediliyor. Fazıl'ın ifade özgürlüğü çok tartışılmaz, peki Fazıl'a "Yanlışsın arkadaş" diyenlerin, demek isteyenlerin ifade özgürlüğü yok mu? Popüler kültür çok acayip bir şey. Orada zannediyorsunuz ki, Fazıl Say'la Orhan Gencebay tartışıyor. Hayır, Fazıl Say maalesef Klasik Batı Müziği üzerinde simgeleşti, oysa burada en acısı, kaybedenin Klasik Batı Müziği olması!
"MURIEL BARBERY'YE DÜNYAMDA YER AÇTIM"
- Son olarak kitap konuşalım… Mesela son üç haftadır Pazar yazılarınızda Muriel Barbery'nin Türkçede yayımlanan son kitabı Gurmenin Son Yemeği'ne dair alıntılar yapıyorsunuz. Çok beğendiniz sanırım?
- Son yıllarda okuduğum romanlar içinde Muriel Barbery'nin Kirpinin Zarafeti bir başyapıt bence! Barbery'ye dünyamda bir yer açtım. Gurmenin Son Yemeği, Barbery'nin yazdığı ilk romanı, bizde sonradan yayımlandı. Bana kalırsa Kirpinin Zarafeti gibi bir evren kurmuyor ama gerçekten çok iyi bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu da apaçık gösteriyor: Orada bir ıhlamur ağacını, bir yumurtayı, bir ekmeği, bir mayonezi anlatma biçimi var ki, iyi okurlar bu kısacık kitaptan büyük tat alacaklar.




