Hıdır Geviş röportajı
BENSU KAYA
Fotoğraflar: CANAN YETİŞTİ
A Haber’in “farkı kendinden menkul” programı “Nasıl Yani”, en ciddi siyasi diyalogların altını bile renkli kalemle çizen sunucusu Hıdır Geviş ile dikkatleri çekiyor. Türkiye – Amerika hattında yaşadıklarını tüm içtenliğiyle anlatan Hıdır Geviş’e, “Wow, nasıl yani?!” diye sorma sırası bu kez bizde…
Üniversite yıllarında, geleceğe yönelik düşleri gözlerindeki ışıkla aydınlanırdı. Kantin köşelerinde bir bardak çayın sıcaklığıyla başlayan arkadaşlığımız, meslek yaşamının kesişen dolambaçlı sokaklarında sürdü. Ortak dünyamızın ikliminde sert rüzgarlarla savrulduk, meltem esintileriyle durulduk. Ayaküstü karşılaşmalarımız aralıklı olarak devam etti. Yıllar sonra bir sabah uyandığımızda Hıdır aramızda yoktu! Valizini sessizce toparlayıp başka iklimlere gittiğini sonradan duyduk. Hepimiz Alice’in beyaz tavşanı gibi sürekli bir yerlere geç kalmanın telaşıyla koşturup dururken zamanın akıntısına kapılıp büyümeye çalıştık. Ve bir akşam Hıdır, yine karşımıza çıktı. Bu kez ekrandan bize gülümseyerek “Wow, nasıl yani?” diyen bu adamı gözlerindeki ışıktan tanıdık! A Haber’de her cumartesi akşamı yayınlanan “Nasıl Yani” programının moderatör-sunucusu Hıdır Geviş ile onca yılı birkaç saate sıkıştırmaya çalışarak konuştuk.
Üniversite yıllarına dönelim mi biraz? O zamanlar seni çeken alan neydi?
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okurken sinemayla ilgiliydim. Hatta Hürriyet Vakfı Genç Gazeteciler Vakfı yarışmasından iki ödül aldı yaptığım filmler. Ama bu filmler bende yok şu anda. Demek ki yaptıklarına önem vermeyen biriyim! O dönemde iletişim teknolojisi böyle değildi. Yeni filmleri izleyemiyorduk, tek kanallı televizyon vardı. Video vardı, o da çok kısıtlıydı. Film izlemek için Sinema Günleri’ni (şimdiki adıyla İstanbul Film Festivali) beklerdik. Filmlerle ilgili bilgi edinmek zordu, sinemayla ilgili materyal çok azdı. Ben okuldan çok kütüphanede olurdum. Günlerim Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde geçerdi. Sinema sektörüne girmeye cesaret edemedim. Biraz maço bir ortamdı. Sinema eleştirileri yazdım ben de. Sonra gazetecilik yapmaya başladım.
Senin cesaret edemediğin o alana başarıyla Zeki Demirkubuz girdi…
Evet, sınıf arkadaşımdı. O dönem Zeki Ökten’in asistanlığını yapıyordu zaten. Ama ben bir türlü cesaret edip giremedim. İnsanın kişilik yapısı çok önemli. Sinemayı isteseniz ama o sektör içinde kendinizi göremezseniz, olmuyor.
İçinde ukde kaldı mı peki?
Tabii. Mesela Taraf’a yazı yazarken ben hep film gibi anlatıyordum her şeyi… Bu bendeki sinema takıntısının bariz göstergesi. Sinemaya giremeyeceğimi anlayınca basın sektörüne girdim. Hiç istikrarlı bir alan değil. Oradan oraya savrulmak zorunda kalıyorsunuz. Nerde iş orda siz… Gazetelerde, televizyonlarda, gece – gündüz sürekli çalıştım…
Senin CV, herhalde bir sayfanın üstündedir…
E öyle tabii… Bu CV’yi Amerikalılara gösterseniz, bu işte bir yanlışlık var derler. “Niye bu kadar iş değiştiriyorsun, o zaman sende de bir yanlışlık var,” derler. Halbuki iş öyle değil. Basın tam bir savaş alanı, rekabet açısından… Ben Türkiye’de en son Akşam grubunda çalıştım, bir internet sitesinin gece haber müdürlüğünü yaptım. Sonra ver elini Amerika!
Amerika’ya giderken valizini korkak ve titreyen ellerle mi hazırladın, yoksa yumruğunu vurup “Kork benden Amerika; Kolomb da kimmiş, seni asıl Hıdır keşfedecek!” mi dedin?
Öğlen uçağıydı. Sabah erkenden kalktım, valizime öylesine bir şeyler attım, ne attım hiç hatırlamıyorum… İstanbul’daki evim yeniydi, daha yeni döşemiştim…
Hıdır Geviş röportajı
Gidecek gibi bir halin yoktu yani?
Yoktu. İlk defa kendi kendime güzelce döşediğim bir evde yaşamaya başlamıştım ki, Türkiye’yi terk etme kararı aldım. Çünkü ortalıkta kriz vardı, çalıştığım yerde sürekli şöyle laflar duyuyordunuz: “Burası kapatılacak, yarın öbür gün kapanır vb…” Bir taksite girebilirsiniz, bir ödemeniz olabilir… İnsanın işini kaybetmesi zor bir şey. İş ararken de bin tane insanla muhatap olmak zorundasınız, arkadaşlarınızdan iş dilenmek zorundasınız... Bu insanın canını sıkıyor, haysiyeti zedeleyen bu süreç bu. Sürekli bu korkuyla yaşıyordum. Canımdan bezdirdi bu durum.
Tam o sırada Amerika’dan parlak bir teklif mi geldi?
Yoo, hiçbir teklif gelmedi. Bir kız arkadaşım vardı o hep derdi ki; “Niye Amerika’ya gelmeyi düşünmüyorsun?” İyi de, ben İngilizce bilmiyordum… İngilizce bilmeden İngilizce konuşulan bir ülkeye gittim. Çok büyük bir maceraperestlik aynı zamanda. Ama o kadar çok ümidimi kesmiştim ki, burada artık kendime gelecek görmüyordum. Cebimde ne kadar para vardı biliyor musun, 250 dolar falan… Büyük bir valizim, ama içinde çok az eşyam vardı. Amerikan filmlerinde malikaneler, güzel villalar gösterilir. Ben de bu stereotype’lara inanmışım demek ki… Ben Amerika’ya bir gittim, arkadaşımın evinden içeri bir girdim; Aman Allahım bu nasıl bir yer! Çok kötü bir evdi. Bak gözlerim yaşardı şimdi… Birkaç insan bir arada kalıyordu. Kız arkadaşım da bir tekstil şirketinde çok az maaşla çalışıyordu; onun da hayatı pek iç açıcı değildi yani…. Neyse, orda hayata başladım… 2001 yılıydı.
Giderken kalıcı olmak amacıyla mı gitmiştin?
Kolayca gitmesi için insanın kendini biraz kandırması lazım. İnsanın kendi bilinci de kendine oyun oynuyor aslında. Deneme amaçlı gideyim, 6 ayda da süper öğrenirim İngilizce’yi diyorsun. 6 ayda asla dil öğrenilmiyormuş. 3 senede başlarsın öğrenmeye. Orada bir anlamda bebek gibiydim, etrafımdaki insanlara bağımlıydım, dil olmayınca… O süreçte pizzacılarda çalıştım, tuvalet temizledim, bulaşık yıkadım. Beni destekleyecek para yok, ailem zengin değil. Tek hedef vardı, kendime şöyle söylerdim: “Hıdır çok çalışmalısın, İngilizce öğrenip burada iyi bir iş bulmanın yollarını aramalı ve adam gibi yaşamalısın!” Sonra birkaç yıl hem çalıştım hem dil okuluna gittim. Hafta sonu da bütün gün çalışıyordum ki para biriktireyim. TOEFL, GMAT gibi sınavlara hazırlandım. Türkçe hiçbir şey okumadım. Amerikalılarla çok iyi iletişim kurdum, çok yardımseverler. Ve sonunda istediğim oldu, business master’ı için üniversiteye kabul edildim. Boston’daydım; Amerika’nın en iyi üniversiteleri orda. Okulda okurken PBS Halk Televizyonu’nun Massachusetts birimi var: WGBH. Orda staja kabul edildim! Bu çok büyük bir başarıydı benim için. Hayranı olduğum bir kuruma kabul edilmiştim… Türkiye’deki arkadaşlarıma söyledim; kakara kikiri güldüler; koskoca adamsın, staj yapıyorsun ve seviniyorsun diye. Ben dedim ki, burası Amerika. İnsanlar 50 yaşından sonra kariyer değiştiriyor. Hatta yeni bir üniversiteye gidiyorlar. Benim sınıf arkadaşlarım arasında 55 yaşında insanlar vardı. Türkiye kompleksli bir toplum olduğu için böyle. Ben tamamen bir Amerikan mantığıyla hareket ettim. Staj yapmadan iş sahibi olamazdım. Neyse kendi kendime hava da atıyordum, ofis yüzü görmüştüm, şık bir yere girip çıkıyordum, öyle iyi hissediyordum ki kendimi! Staja gidiyor, sonra okula, ondan sonra da pizzacı dükkanına gidiyordum. Hayatıma eklenen bu yenilik nedeniyle Kibritçi Kız psikozundan kurtulmuştum.
Okulun sonunda Birleşmiş Milletler’e staj başvurusunda bulundum. Amerikalı arkadaşlarım bile dalga geçiyorlardı; Birleşmiş Milletler’e zor kabul edilirsin, oraya kabul edilsen bile New York’ta nasıl yaşayacaksın filan diye… Notlarım çok iyiydi. Eşek gibi ders çalışıyordum Amerika’da, korkudan… Burda da üniversiteye gittim, ama ders çalışma konusunda çok disiplinli değildim. Birleşmiş Milletler’e kabul edildim! İşte o zaman, “Kurtuluyorsun Hıdır bu hayattan!” demiştim kendi kendime. Hayatımın seyri değişti. China Town’dan 15 dolara bilet alıp bir otobüse binmiştim, ver elini New York… Yolda ağlamıştım... Orda Brooklyn Bay Ridge civarında bir ev buldum, Malezyalı bir kızla birlikte kaldım bir süre. Pek iyi bir ev değildi, ama New York’a taşınınca hayat pembeye döndü benim için. Diğer insanlarla kendimi eşit hissettim. Amerika’yı daha da çok sevmeye başladım. Sonra Brooklyn Bay Ridge’den daha iyi bir semte taşındım…
“Amerika’da dayatma kültürü yok”
Amerika’ya yakınlaştığın an, Türkiye’yi de bir ucundan tutmaya başlamışsın…
Aynen, çok güzel tanımladın. Taraf’a da yazmaya başlamamın sebebi bu. Zaman zaman ne kadar burun kıvırsan da, bütün o zorluklarına rağmen kendi özyurdun gibisi yok, unutamıyorsun.
Amerika’da çevreni Türklerden mi, Amerikalılardan mı oluşturdun?
Daha çok Amerikalılardı. Onların içinde kendimi daha rahat hissediyordum. Bizimkilerde her zaman yargılayıcı bakış vardır; ama Amerikalı seni daha iyi görüyor… Onun için senin kimliğinin, kökeninin filan hiçbir önemi yok... Aslında önemi var ama bir değer olarak var, yoksa seni hayatından kestirip atmasına yol açacak bir ayrım unsuru olarak değil. Amerika’da dayatma kültürü yok. Biz burda dayatıyoruz, ben şöyle düşünüyorsam sen öyle düşün gibi. Benim en iyi arkadaşım Republican’dı (Cumhuriyetçi Parti taraftarı), ben Democrat’tım (Demokrat Parti taraftarı), Obama hayranıydım. Ama o benim en iyi arkadaşımdı, ben de onun en iyi arkadaşıydım. Türkiye’de ideolojiler arasına mayın döşenmiş gibi, geçemiyorsunuz… Siz de biliyorsunuz ki Türkiye’de eleştiriler çok kişiselleştiriliyor, yıkıcı olabiliyor. Bu anlamda özellikle kendini entelektüel görenlerin kendilerine çekidüzen vermeleri gerekli. Ben kendimi hiçbir çemberin içinde görmüyorum; özgürüm ve mutluyum. Birine diş bileyerek yazmak ya da yaşamak güzel değil. Polemik insanların namını alıp yürüten bir şey, ama herşeyi daha da çıkmaza sürüklüyor.
Hıdır Geviş röportajı
Taraf’taki yazılarında vermek istediğin neydi?
Burda ülkeyi eleştirebilirsin, ama yurtdışına gidince öyle olmuyor, kıyamıyorsun, o nedenle ironik biçimde ülkeni Amerikalılara karşı iyi tanıtmaya çalışan turizm ve tanıtma ofisi görevlisi gibi davranıyorsun. Onların da senin ülkeni ille de sevmelerini istiyorsun. Türkiye’de de Amerika çok iyi tanınmıyor… Ya Washington muhabirleri aracılığıyla ya çeviri haberler aracılığıyla ya da Hollywood filmleriyle falan tanıyoruz. Amerika’yı gerçekten tanımamızı sağlayacak, oradaki sosyal ve siyasal kültürü bize tercüme edecek gazetecilik mekanizması çok zayıf. Ayrıca insanlarda Amerika’ya karşı bir antipati var. Bir tarafta alttan alta gizli bir hayranlık da var. Ben şunu düşündüm: Amerika’yı çok seviyorum, Amerikan halkını muhteşem buluyorum. Böyle bir genelleme kesinlikle yapabilirim. İşte bu nedenle Amerikan halkını benim öz halkım da benim gözümle tanısın bilsin istedim. Türkiye toplumunun Amerika’ya karşı önyargılarını biliyordum, onlar bende de vardı eskiden. Taraf’ta bazı Amerikalı dostlarımın etrafında, oradaki günlük yaşamı, fikirsel tartışmaları, sanatı, politikayı bir mikserde karıştırarak, biraz eğlenceli bir dille yazmaya çalıştım.
Amerika’da bir “New Yorker” gibi mi yaşadın?
Tamamen öyle… Çok para da biriktiremedim, azıcık param olunca hemen kokoşlaşıyorum, e çünkü müzikallerimden, restoranlarımdan, seyahatlerimden geri kalmak istemiyorum, kalmadım da, Amerika’nın pek çok yerini de gezdim.
Bir günün nasıl geçerdi?
Sabah beşte kalkardım. Spordan sonra işe giderdim. İşten sonra arkadaşlarla bir yerlere uğrayıp birşeyler içerek sohbet ediyorduk. Asıl gezmeler hafta sonu oluyordu. Ben akşam on dedin mi uyuyordum. O nedenle Türkiye’de insanların geç saatlere kadar ayakta olmalarına çok şaşıyorum… New Yorker’lar, kuş gibi 10’da uyurlar. Hafta içi belli bir saatten sonra sokaklarda in cin top oynar. Yaz mevsimiyse sahil kasabalarına denize giderdim. Yarım saat bir bir buçuk saat direksiyon sallayarak New Jersey sahillerinde hoş yerlere gidebilirsiniz, gitmesi de kolay: Ocean Grove, Cape May, Mystic Island gibi... Long Island’da güzel üzüm bağları ve bu bağların şarap evleri var, erik, çilek, elma toplama vakitlerinde gider keyif için dalından meyve toplar, topladığınızı satın alıp evinize gelirsiniz. Fire Island bataklık üzerine kurulmuş evleri ve plajıyla güzeldir. Kışın 2 saat araba mesafesinde kayak yapabileceğiniz Hunter dağı gibi ucuz ve güzel yerler var… Bayram günleri daha fazla direksiyon sallayıp kuzey sahillerine Cape Cod’a gidebilirsiniz… Şehirde kalmak istiyorsanız, bisikletle Manhattan’ın etrafını turlayabilirsiniz. Hudson nehrinde kürek çekebilirsiniz hem de bedava, belediye bütün olanakları sağlıyor. Orda insanlar daha sosyal, sosyal derken bir aktivite gerçekleştiriyorlar, ayrıca orada bu anlamda sosyal olmanın maliyeti daha düşük, yani ucuz. Bu arada bütün bunlardan, aaa orada da hayat ne kadar da toz pembeymiş yan anlamı çıkarılmasın…
2010’da Taraf’taki yazılarından birinde; ramazan ayında Alevi-Sünni kardeşliği için bir gün oruç tuttuğunu yazmıştın. Bu sene de tuttun mu?
Evet bu sene de tuttum. Çok hoşuma gitti. İftarımı sünni dostlarımla açtım. Empati çok önemli. Bunu kendi kendime düşündüm. Her yıl yapacağım. Alevilerin de orucu var, ama ben oruç tutan biri değilim. Sembolik olarak tutuyorum. O zaman onlara bir mesaj yolluyorsun ve diyorsun ki bak, ben senin gibi yaşayabiliyorum, senin ritüellerini hiç gocunmadan yaşayabiliyorum, seni ve inancını kabul ediyorum ve seni sevebiliyorum, ben bunu yapabiliyorsam, sen de bunu bir başkasına yapabilirsin. Bir arada, birbirimize hayatı zehir etmeden yaşayabiliriz. Her iki tarafın da önyargıları var ama iki kesim de bunu kırabilir, bilmeliyiz ki bütün kimliklerin ötesinde insaniyet var.
Nasıl bir Türkiye buldun?
Daha rahat bir Türkiye buldum. Yoksa bu kadar kolay dönemezdim. Ön tetkiklerimi yapıp öyle geldim yani… Bence insanlar beğensin ya da beğenmesin AK Parti Türkiye’de çok büyük değişimlere yol açtı.
Türkiye’ye döndüğünde ilk zamanların kolay geçti mi?
Buraya iş bularak gelmedim. Çok korktum. Sokakta yürürken de korktum ha, sürücüler çok acayip. Başta onlara güvendiğim için birkaç ciddi tehlike bile atlattım…
Kaç valizle döndün?
Sadece iki. Son anda toparlandım. Eşyalarımı, kitaplarımı dağıttım. Elbiselerimi yıkadım ütüledim, kimsesizlerin kaldığı yurtlara teslim ettim. Geldim, aklımda televizyonda bir şeyler yapmak var, ancak bunun zaman alacağını da biliyorum, o halde o gün gelene kadar New York’ ta yaptığım işi yani “search engine marketing” işini burada yapabileceğim bir iş baktım, iş yok, CV’lerimi her yere verdim, cevap yok. Sağ olsun Haluk Şahin’in aracılığıyla birkaç yere görüşmeye gittim, uygun bir şey çıkmadı. E bari, Twitter’da oyalanayım dedim ve oradan takipçilerimin de katkılarıyla röportaj fikri çıktı . Ünlülerle karşılıklı röportajlar yaptım, belli gün ve saatlerde, tıpkı bir TV programı gibi… Bu röportajlar hem içeriğiyle hem de yapılış tekniğiyle büyük ilgi topladı. İnternetteki haber siteleri de birebir kullandılar yaptığım röportajları. Cüneyt Özdemir’in Dipnot.tv sitesinde eş zamanlı olarak yayımlandı. Anında canlı röportaj… Takipçilerin soruları dahil oluyor. Sonsuz bir özgürlük ortamı var ve interaktif. Bu fikir zaman içinde daha da gelişti.
Kendi mecranı yarattın yani…
Evet. Bunu Türkiye’de ilk defa uygulayan kişiyim. Twitter’ı olduğundan farklı bir şekilde kullanmak, orada yurttaş gazeteciliğini uygulamaya kalkmak, bunlar Türkiye için yeni uygulamalar. New York’ta bir olay var diyelim... Orda benim tanıdığım biri varsa, twitter kullanıyorsa, ben ondan bütün bilgileri alabilirim. Saniye saniye haber alıyorsunuz. Resimler de alıyorum. Benim muhabirim herkes olabilir, sıradan vatandaşlar da… Olayı bizzat yaşayan kişi yani haber kaynağının kendisini, o haberi bizzat yaşayan kişiyi muhabir haline getiriyorum. Daha hissederek anlatıyor. Kendimle en çok gurur duyduğum yönüm bu zaten, yurttaş gazeteciliğini Twitter’dan başlatmış olmak. Medyayı etkiledim, örneğin Cihan Haber Ajansı güzel bir adım atarak yurttaş gazeteciliğini profesyonel olarak uygulamaya soktu.
Hıdır Geviş röportajı
Waaaw, nasıl yanii?
Evet, sıra benim A Haber’deki show’a geliyor! Biz Erdoğan Aktaş’la zaten görüşüyorduk, Aktaş televizyonculukta çok başarılı bir isim, onun gerçek bir televizyon gurusu olduğunu düşünüyorum, patronum olduğu için söylemiyorum, benim tanımlamalarıma da ihtiyacı yok zaten, yaptıklarıyla kendini ispatlamış biri. Bir yönetici olarak tam bir New Yorker gibi davranıyor, çok “cool” bir adam. Stresli bir iş yapıyor, ama kimseye bağırmaz, alçak sesle konuşur, kimseyi rencide etmez, kötü davranmaz. Ama istediği her şeyi de yaptırır. Bunu başarabilmek gerçek bir yöneticilik sanatı. “Gel bir program yapalım” dedi. Ekip çok iyi. Örneğin Cengiz Er var, ben Cengiz abi diyorum, kendisi pek çok yerde kurucu olarak yer almış bir televizyoncu. O da Erdoğan Aktaş gibi çok kibar. Hiçbir şey de gözünden kaçmaz ha… Bu iki isimle çalışmak benim için büyük bir şans.O nedenle A Haber’i çok seviyorum.
“Her şey yeni başlıyor”
Programın adına Amerikan havası katmak için mi “Wow” sözünü eklediniz?
Ben biriyle konuşurken “Wow” ı çok kullanıyorum, yer etmiş artık. Cengiz Er, “Ekranda da söyle bari, Hıdır” dedi. Zaten ne zaman odalarına girsem, O ve Ali Değermenci “Wow Hıdır geldi!” deyip, gülüşürlerdi.
Televizyonlara açık oturum programlarına baktığımızda birbirine benzer programlar görüyoruz. Fotoğraf neredeyse aynı: Bir masa, bir moderatör ve çevresinde konuklar… Sizinkinin farkını nasıl belirlediniz?
Haklısın… Bunu ben de Erdoğan Aktaş’a sormuştum. Kendin olursan program farklı olur dedi. Doğru, ben oraya kendimi getirdim. Çok ciddi bir siyasi analizde de espriler yapabiliyorum… Politika asık suratla konuşulan bir şey olmamalı… Ancak Nasıl Yani format olarak yenileniyor ve geliştiriliyor, henüz yolun başındayız… Buna rağmen daha şimdiden A Haber’in en çok adından sözettiren, en popüler programlarından biri… Yani, Nasıl Yani ve Hıdır Geviş için her şey daha yeni başlıyor.
İlgini en çok çeken konular nedir?
Popüler kültür’ün kapsamına giren her şey olabilir: Gündelik hayat, kültürel –sanatsal konular, insan ilişkileri, psikoloji, yaşam tarzları, mimari, moda, kişiler, siyaset… TV ekranlarında üzerinde ciddiyetle konuşmayı ihmal ettiğimiz şeyler… Nitekim program yavaş yavaş o forma döndü. Nasıl Yani, artık bir popüler kültür show…
Sence Hıdır’ın dünyadaki işlevi neymiş? Sen bu dünyaya nasıl bir yer tutmaya gelmişsin?
Benim kendimi tanıma sürecim çok geç gelişti. Bu toplumda herkesin kendini tanıma süreci geç gelişiyor. Bir inkar kültürü var bizde. Kimse aynada kendine bakmaz ama herkese bakar, herkesi konuşur. Ben Amerika’da kendimi daha iyi tanıyabildim, önceliklerimi öğrendim, gerçekten neleri seviyormuşım, orada öğrendim. Demek ki kendimi eskiden çok önemsemiyormuşum.
Kendine rağmen önce başkaları değil, önce sen… Bu bencillik değil. Kendine kıymet vermelisin. Kendini mutlu etmek senin vazifen: Mutluysan mutluluğunu, mutsuzsan mutsuzluğunu bulaştırısın insanlara… Sonuçta herkes bu dünyaya kendini yaşamaya geliyor… Ancak kendi mutluluğunu, başkalarının mutsuzluğu üzerine kurmamak, başkalarından çaldığın enerjiyle beslenmemek gerekiyor. İnsanlara zarar vermeden yaşamak en temel ilkelerimden biri. Başkalarına fayda konusunda en iyi becerebildiğim şey, etrafımdakilere kendilerini iyi hissetmelerini sağlayacak telkinlerde bulunmak. İnsanlara güzel söz söyleme konusunda çok cömertimdir, onları amaçları neyse o yönde teşvik etmeyi de çok severim… İnsanlar kendi yeteneklerini, kendi güzel yönlerini fark etsinler isterim, hep o yönlerine vurgu yaparak onları güçlendirmek isterim…
Hıdır Geviş röportajı
Fiziğine dikkat ediyor musun?
Spor yapıyorum; The Edition Hotel’in spor salonunda… Bir de evimin çok yakınında bir spor salonu var, oraya da gidiyorum . Göğüs kafesimi ve omuzlarımı iyi bir şekle soktum ama biraz göbeğim var ve bir de bacaklarımı biraz daha kalınlaştırmak istiyorum. Saçlarımı halen New York’tan getirdiğim organik sabunla yıkıyorum. Bazen gaza gelip göz altı kremleri alıyorum ama kullanmıyorum sonra hepsi bozuluyor. Her sabah yüzümü yıkadıktan sonra muhakkak nemlendirici kullanıyorum, cildim hassas, o nedenle de güneşin UVA - UVB gibi zararlı ışınlarından koruyan nemlendiriciler olmasına dikkat ediyorum. Ayrıca, A Haber’deki yöneticilerimin de uyarısıyla formuma biraz daha dikkat etmeye başladım…
“Aşk bir palavra”
Hayatında şu faktörlerden hangisinin özgül ağırlığı daha fazla, hangisi üste çıkar? Aşk, iş, dostluk, aile? Paylaştır kendini…
iş, aile, dostluk… Aşkı ise reddediyorum. Bu ülkede aşkın çok ticarileştirildiğini düşünüyorum...
Waaw, nasıl yani? Aşk Amerika’da başka Türkiyede başka mıdır?
Aşk sözcüğü bizde tılsımlı bir sözcük. Amerika’da bu kadar tılsımlı değil. Bir insanla kurduğunuz ilişkide sizi o insanla ilişki kurmaya götüren gerçek ihtiyaçlarınızı hiç gizlemeden, dürüstçe masaya koyduğunuz vakit orda aşka pek yer olmuyor, mantık ilişkinin merkezine oturuyor ama Hollywood filmlerinde bunu göremezsiniz tabii… Hollywood da aşk konusunda halen sahtekar ve klişelerin esareti altında. Bu sabah Amerikalı bir şarkıcıyı dinledim, çok duygusal bir şarkıydı ama ev kirasından söz ediyor… Bizim popçulara bakıyorum, hep aşkı işliyorlar. Edebiyatta da öyle. Yerli dizilere bakın, yine aşk… Aşk bence artık ayağa düşmüş ucuz bir kavram; inandırıcılığı da hiç kalmamış. Çok fazla konuşulması , işlenmesi filan beni tiksindiriyor. Aşk ürünlerinin ardında sinsi bir ticari amaç gördüğüm için rahatsız oluyorum. Aşkı yazarsam, film yaparsam, şarkı yaparsam satar duygusu var. Bunu yapan yazar ya da şarkıcı çok duyarlıyım derse de inanmam. Aşk denilen kavram neden bu kadar şımartılmış bu ülkede, bu saplantımız konusunda kendimizi biraz sorgulamamız lazım… Biz travmatik ve yetersizlikler içinde bir toplumuz, o nedenle herkes, sosyal bir sözleşmeyle ya da resmi nikahla sahip olacağı başka bir insanda bu yetersizlikleri bulacağını sanıyor, dolayısıyla sevgiliyi, kendi hayatının selinden kurtulabileceği bir sandal olarak görüyor. Seksi, övülmeyi , düşünülmeyi, saygıyı, maddiyatı, sosyal güvenceyi, romantizmi, cesaretlendirilmeyi ondan bekliyor… Tabii ama bir kişiye bilerek ya da bilmeyerek bunca misyon yüklerseniz, hepsini karşılar mı, yok mümkün değil, o nedenle hıçkırık ve aşk birbirinden hiç ayrılmıyor. Aşk, kendine yetemeyen bireylerin bağımlılık hastalığıdır…
Yazılmamalı ve söylenmemeli mi peki?
Gerçek hayatın içinde bu kadar yeri yok bence. Herkes anasının gözü. Biz aşkı bu kadar çok işleyerek aslında aşk sözcüğünün propagandasını yapıyoruz, çünkü alıcısı çok. O yüzden benim defterimde yok. İki yüzlü ve hiç de samimi bulmadığım bir kavram… İlişkilerdeki çıkar hesaplarını, aşk denilen örtüye sararak, o ilişkiye manevi bir kimlik kazandırmak istiyor insanlar, ilişkilerini aşk sosuyla masumlaştırıyorlar ya da dezenfekte ediyorlar, ne bileyim… Masum mu kaldı Allahaşkına…
Sen yaşamadın mı?
Ben bir palavra olduğunu düşünüyorum. Aşkın üretilmiş, sahte bir sözcük olduğunu düşünüyorum. İnsanlar aşka birtakım mistik duygular ithaf ediyorlar ama öyle bir şey yok. Sosyal kökenlerini, ruhsal durumlarını analiz et birbirine aşık iki kişinin, aslında onları bir araya getiren başka nedenler var. Bunun ekonomik nedenleri var, sosyal nedenleri var, psikolojik nedenleri var. İnsanlar duygusal ilişkilerde gerçek ve gerçek olması nedeniyle bir iticilik içerebilecek gerekçelerle yüzleşemedikleri için bir sis perdesine ihtiyaç duyuyorlar, o da aşk işte… Aslında aşk bir inkara karşılık düşüyor; o yüzden palavra bir sözcük. Sen karşındaki adamı, evi barkı ve sana sağlayacağı sosyal ilişkilerden dolayı sevdiğini söylemiyorsun, aşık oldum, çok seviyorum diyorsun. Ya da onunla giderdiğin cinsel açlığından söz etmiyorsun, aşık oldum diyorsun. Çünkü aşk senin o insan sayesinde giderdiğin ihtiyaçlarını sevimlileştiriyor, naif kılıyor, manevi bir boyut katıyor, daha “üst” insan oluyorsun. Bence bu bir sahtekarlık. Bu yüzden nerde aşkla ilgili bir kitap ya da şarkıyla karşılaşsam, tüylerim diken diken oluyor.
Şu durumda senin aşklarından hiç söz edemeyeceğiz demektir…
Ben aşk vadisini çoktan geçtim, artık aşk değil, iş ve insani ilişkiler önemli benim için. Testlerde de öyle çıkıyor.




